Şehirler birbirinden ortalama on mil uzaktaydı. Kimisi biraz
daha yakın, kimisi biraz daha uzak fakat ülke o kadar yüksek ve o
kadar derin çatlaklarla yarılmıştı ki bir şehirden diğerine bağırmak
istediklerinde, çığlıkları diğer şehirden duyulabiliyordu. İlerlemeleri
sırasında, kendilerine dost olan bir halkla karşılaştıklarında, bu
halk onlara zengin sınıflara ait olan, olabildiğince beyazlaşana kadar kaynatılan cevizlerle beslenmiş, etine dolgun, narin ve neredeyse
boylarıyla enleri eşit olan, sırtları ve göğüsleri rengarenk ve çeşit çeşit
çiçek desenleriyle dövmelenmiş tombul çocuklar göstererek Yunanları
eğlendiriyorlardı. Yunan ordusundaki kadınların peşine düşüyor
ve gün ışığında uluorta onlarla sevişmek istiyorlardı çünkü bu
onların geleneğiydi. Kadın erkek tüm halk beyaz tenliydi.
Bu halkın tüm sefer boyunca gördükleri en barbar ve en garip
insanlar oldukları ve Yunan geleneklerinden çok uzak oldukları konusunda
hem fikirdiler. Diğer insanların yalnızken yapmayı tercih
ettikleri şeylerin aynısını kalabalıkta yapıyorlardı ve buna karşın,
yalnız olduklarında da diğer insanların toplum içinde davrandıkları
gibi davranıyorlardı. Kendi kendilerine konuşuyor ve kendi kendilerine
gülüyorlardı, hareketsiz kalıyor ve daha sonra nerede olurlarsa
olsunlar, herhangi bir ritim ya da mantık olmadan, tek işleri
dünyanın geri kalanına gösteri yapmakmış gibi aniden ayaklanıp
dans ediyor, aptalca hareketler yapıyorlardı.
“Sizin de gördüğünüz gibi kurbanlar yürüyüşe devam etmemiz
için olumlu işaret vermiyorlar. Bu arada, erzağa ihtiyacınız olduğunu
da bizzat görebiliyorum. Buna dayanarak, tanrılara danıştığımız
bu konuyu, belirli bir noktayla sınırlandırarak kurban kesmemiz
gerektiğini düşünüyorum.”
Başka biri ayağa kalktı ve şöyle dedi:
“Kurbanların olumsuz sonuç
“Ey seni müthiş adam! Bakmaya yarayan gözlerin olmasına rağmen,
görmüyorsun; duymaya yarayan kulakların olmasına rağmen,
duyduklarını hatırlamıyorsun. Cyrus’un ölümünden sonra, kral, o
olaydan dolayı kendisiyle övünerek diktatör bir tavırla adamlarını
yollayıp silahlarımızı teslim etmemizi istediğinde, sen de bizimle
buradaydın. Biz silahları bırakmak yerine, onları kuşanıp kralın hemen
yanında ordugahımızı kurduk ve tavrının hemen değiştiğini
gördük. Onun ne yaptığını söylemek çok zor, aklını kaybetmiş durumdaydı,
şaşkına dönmüştü. Bunun üzerine bize elçiler gönderip
ateşkes için yalvardı ve ateşkesi sağlayana kadar bize erzak temin
etti. Bir de tam tersini düşünürsek, tam da senin düşündüğün gibi
davranarak generallerimiz ve kaptanlarımız ateşkese güvenip silahsız
bir vaziyette onlarla görüşmeye gittiler, başlarına ne geldi? Yenilmiş,
kalleşçe kandırılmış, aşağılanmış, zavallı ruhlar haline dönüştüler.
Bu ruhlar ölemezler bile ki öyle sanıyorum ölüm arzuladıkları
tek şeydi. Şimdi bunların hepsine şahit olan sen, kendini savunmaktan
bahsetmenin anlamsız olduğunu nasıl söylersin? Bizden tekrar
gidip ikna için uğraşmamızı nasıl istersin? Bana göre baylar, bu adamın
bizimle aynı rütbede olmasına izin vermemeliyiz. Onu kaptanlığından
mahrum etmeliyiz ve sırtına yük yükleyip ona bu şekilde
muamele etmeliyiz. Bu adam bir Yunan olarak, bu tavrıyla kendi
memleketinin ve bütün Yunanistan’ın yüz karasıdır.”
Gün ışımaya başlar başlamaz, Ksenophon en genç adamlarını, geride bıraktıkları hasta askerlere yolladı ve onları kalkmaya ve ilerlemeye zorlamalarını emretti.