"Eğer bir ilde yoksulun ezildiğini,
yasaların ve adaletin ihlal edildiğini görürsen, hiç şaşırma; görevde olanın üstünde onu izleyen biri vardır ve daha yukarıda onlardan da üstünleri vardır."
Hollanda'nın uyuşturucu politikası, bu anlamda, önümüzde önemli bir örnek olarak durmaktadır. Her geçen gün artan
bir uyuşturucu trafiği ve uyuşturucu kullanımı ile karşı karşıya kalan Hollanda hükümeti, 1970'te diğer ülkelerden farklı bir politikaya yönelerek, yasak meyvenin şeytana uyduran çekiciliğinden sakınmak amacıyla, uyuşturucu kullanımını yasallaş-
tırdı. Daha sonra, uyuşturucu satışlarını denetleyen hükümet, bağımlıların tıbbi denetim dahilinde, ihtiyaç duydukları dozda uyuşturucuyu ücretsiz temin edebilecekleri merkezler açtı. Bu
uygulamaların uyuşturucu pazarına ve buna bağlı kötülüklere (satıcılara bağımlılığa, fahiş fiyatlara ve bu parayı edinebilmek için işlenen suçlara) bir son verebileceği düşünülmüştü. Dahası,
uyuşturucuya duyulan isteğin azalacağına inanılmıştı. Ancak bunların hiçbiri gerçekleşmedi. Amsterdam, uyuşturucunun başkenti halini alırken, kent merkezinde uyuşturucu bağımlıla-
rının sayısında ürkütücü bir artış yaşandı.
Ancak, Süleyman ta en baştan beri politik gücün boş, rüzgârın peşinden koşmak olduğunu öğrenir. Tü m kraliyet gücünü elinde bulundurmaktadır. Saraylar yapmış, sanatı geliştirmiştir. Ancak bunların ne bir anlamı vardır ne de bunlar politik gücün tek eleştirisidir. 3:16'da bize şöyle seslenir: "insanları yargılamak için kurulan sarayda günahkârlık her zaman bulunur ve adaleti ilan etmek için kurulan sarayda günahkârlık vardır." Yazar artık bizim bürokrasi (hiyerarşinin çocuğu) dediğimiz kötülüğün olduğunu da görebiliyor. "Eğer bir ilde yoksulun ezildiğini, yasaların ve adaletin ihlal edildiğini görürsen, hiç şaşırma; görevde olanın üstünde onu izleyen biri vardır ve daha yukarıda
onlardan da üstünleri vardır." Metin ironik bir biçimde bitiyor: "ülke tarafından onurlandırılan bir kral halkın yararınadır"
(5:8-9). Sonrasında, tüm tahakkümlere öldürücü bir darbe gelir: "Bir insan bir insana kendisini biçare hissetsin diye efendilik eder" (8-9). Sonunda yine ironi: "Yattığın döşekten krala lanet okuma, zengine lanet okuma; havadaki kuş sesini taşır ya da başka kanatlı mahlûklar senin sözlerini söyler" (10-20). Yani, politik gücün her yerde kulağı vardır, yatak odanda bile; o yüzden şayet yaşamak istiyorsan ona kötü bir şey söyleme!
İkinci kral, Davut büyük ün saldı. O, İsrail'in en muhteşem kralıydı. O daima model olarak alındı. Bir başka yerde de yazdığım üzere, o İsrail'in kralları arasında bir istisnaydı. Öyle ki Vernard Eller onu daha da uç noktaya taşımıştır. Ona göre, Da-
vut, anarşi anlamında oldukça iyi bir örnektir. Buna ilk neden, pasajlarından birinin (2. Samuel 12:7-9) Davut'un kendine ait hiçbir şeyinin olmadığını göstermesidir. Onun üzerinden böyle
yapan Tanrının kendisidir. Zaferi, onun kendi hükümranlığına değil, yalnızca' Tanrının cömertliğinedir. Eller, Davut'un hükümranlığı süresince tüm yaptıklarının daha sonraki yüzyıllarda İsrail'in krallarına büyük felaketler getirdiğini belirtiyor.
Burası oldukça önemli. (Fransa'da 14. Louis'nin tüm yaptıkları 18. yüzyılda politik hatalara ve böylelikle devrime yol açmıştı.) Ayrıca, İncil, Davut'un tüm hataları üzerinde ısrarla durmuştur: düşmanlarını öldürmesi, arzuladığı bir kadının kocasının ölümünü düzenlemek, hükümdarlığı süresince devam eden iç
savaşlar vb. Davut ne suçsuz ne de muzaffer olarak gösterilmektedir.
Benim açımdan adil ve olası görünen, tabandan gelen bir halk hareketiyle yeni kurumların yaratılmasıdır. Halk, yok edil-
mesi kaçınılmaz olan otoritelerin, güçlerin yerini alacak uygun kurumlar (yukarıda belirtildiği gibi) oluşturabilir. Bu bakış açı-
sı, aslında, 1880- 1900 arasındaki Anarko-Sendikalist harekete oldukça yakın duruyor. Onlar, sendikaların, işçi evleri gibi işçi sınıfı organizmalarının, orta-sınıf devlet kurumlarının yerini alması gerektiğine inanıyorlardı. Bu hiçbir koşulda otoriteryan ya da hiyerarşik değil, mutlak demokratik bir yolla gerçekleşme-
liydi; bu durum onları federasyonlara götürecek ve federal bağ, biricik ulusal bağ olacaktı. Neler olduğunu şüphesiz biliyoruz. 1914'teki savaşın başında
Anarko-Sendikalistleri ortadan kaldırmaya yönelik bilinçli bir siyaset izlendi ve sendikal hareket, kalıcı devlet memurlarının görevlendirilmesiyle radikal bir dönüşüm yaşadı. Bu korkunç bir hataydı. Aynı zamanda, işçi evleri de elit bir proleter sınıfına tohumlanarak esas karakterini bütünüyle yitirdi. Özetle, saf bir anarşist topluma inancım yok.
Kiliseler kendilerini yönetim şekillerine adapte ederlerken, bir yandan da karşı ideolojilere adapte olmuşlardır. İmparatorluğun evrensel olduğu (ya da öyle göründüğü) dönemde, tüm Avrupa'yı kapsayan, ulusal farklılıkları aşan, evrensel bir Hıristiyanlık anlamına gelen Batı'daki kilise vurgusu da ilgi çekicidir. Daha sonrasında, Batının uluslara ayrılmasıyla birlikte kilise de ulusal olmuştur. Joan of Arc , bir erken dönem
ulusalcı Hıristiyandır." 16. yüzyıldan sonra artık savaşlar ulusal olmaya başladı ve kilise de daima kendi devletini destekledi.
Bu, inanmayanlara karşı büyük bir aşağılama ve inananlar için de ciddi bir skandal olan Gott mit uns'a* yol açtı. İk i ulus birbiriyle savaşırken, her ikisi de İncil öğretilerini inanılmaz biçimde
değiştirerek, sanki onlar İbrani Incili'ndeki seçilmiş insanlarmış ya da bu savaş bir din savaşıymış ve politik düşman da Şeytanmış gibi, Tanrının onların tarafında olduğundan emindiler.
Hristiyan inancı düşünüldüğünde, birbirine bağlı iki soru belirir. Bir, gerçek; iki, kurtuluş. Dine yönelik suçlamalardan birinin, mutlak gerçek olduğundan söz ettik. Bu ortadadır ve Hristiyanlık da suçlamalardan kaçmamaktadır. Ancak, Hristiyan gerçeğinden söz ederken kastettiğimiz nedir? Ana metin, isa'nın
sözüdür: "Ben gerçeğim." Daha sonraları söylenen ve yapılanların aksine, gerçek, dogmalardan ya da papaların, konseylerin
kararlarından oluşan bir toplam değildir. Bir doktrin değildir. Gerçek, bir kitap olarak düşünülen İncil de değildir. Gerçek, bir
insandır. Bir soru değildir; Hıristiyan doktrinine bağlanmak değildir. Gerçek, bizimle konuşan bir insana güvenmek sorunudur. Hıristiyan gerçeği, ancak ve ancak inançla ve inanç yoluyla kavranır, duyulur, alınır. Ancak, inanç dayatılamaz. İncil bize bunu söyler ve tabii sağduyu da. Ortada güvensizlik varken, bir kimseyi birine güvenmeye zorlayamayız. Hiçbir koşulda, Hristiyan gerçeği; şiddet, savaş vb. ile empoze edilemez.