Amerikalı feminist Gloria Steinem'ın 1980’li yılların başında mizahla karışık yazdığı gibi, bunu kadınlar değil erkekler yaşasaydı; “âdet imrenilecek, gurur duyulan eril bir durum hâline gelirdi. Âdetlerinin uzunluğu ve akıntılarıyla gururlanırlardı. Erkek çocukları ilk âdetlerini, yiğitliğin uzun süredir beklenen bu simgesini, dini kutlamalar ve kesin surette eril törenlerle tarihe kaydederlerdi. Meclis, aybaşı ağrılarıyla savaşmak için Ulusal Dismenore [âdet sancısı] Enstitüsü kurardı ve devlet ücretsiz sağlıklı koruma ürünleri için kaynak sağlardı."
Tek sorun âdet olanın erkekler değil kadınlar olması. Meselenin kalbi belki de bu talihsiz dağılımda. Antropolog Françoise Héritier, “kadın, kanın bedeninden dışarı aktığını görüp bazen istemeden ve de engelleyemeden hayat verirken (ve bazen de bunu yaparken ölürken)" erkek tarafından değer verilenin "özgür iradesiyle kanını akıtabilmek, hayatını tehlikeye atabilmek, başkalarının yaşamınason verebilmek" olduğunun altını çiziyor.
Bununla birlikte bir kadını, kendi kanının aktığını görürken ve hayat verirken, özgür iradesiyle kan akıtmaktan, hayatını tehlikeye atmaktan, başkalarının yaşamına son vermekten biyolojik
olarak hiçbir şey alıkoymuyor. Gerçekler, doğurganlığın simgesi olan âdeti lanete dönüştürecek derecede nasıl çarpıtılabildi?