Bir şeyin parçası değilseniz onun hakkında konuşmaya hakkınız olmadığını öne süren bir tür ahlak yasası var. Bir şey hakkında konuşmak ile, o şeyin parçası olmak bambaşka şeylerdir. Bunun en iyi örneği ölüm: ölüm hakkında konuşabilmek için canlı olmanız gerekir.
Jean Baudrillard, bu kitabıyla inançlarına yapışık yaşayanları sorgulayıp didiklerken, kendilerini yok sayarak başkalarına yer açabilenleri yüceltiyor.Yoğun, zehir gibi gözlemleriyle tarihin hiç alışılmadık bir yorumunu sunuyor. Bütün toplumsal, siyah yapıların yanı sıra entelektüelliği de mahkum ediyor. Doğanın, bütün ritüelleriyle ölümü kusursuzluk mertebesine yükselttiğine; düşüncenin ise paradokslar zincirinden ibaret olduğuna inanıyor. Kavramlara takılıp kalan ve hayatın ötesine savrulan felsefeleri eleştiriyor. Hayatın bütün anlarını dolu dolu algılamak istiyor ve bunu yaparken seçkinliğe taviz vermiyor.Baudrillard'a göre dünyamız kendi gerçeklerini var etmek için yokoluşa sürükleniyor; onu ilgilendiren de işte bu yokoluşun öyküsü.
"Yazmaktan zevk almaya başladım ve bu zevkin her zaman ötekilerin ölümüyle, genel olarak ölümle biraz bağlantılı olduğunu gördüm [...]. Halının arka yüzü.
Herhangi bir yaşamda, simgesel nitelik taşıyan pek az olay vardır ve bunlar, aynı gerekçelerle biyografilerde bile yer alırlar; hatta kimi kez kişisel olaylardan çok daha derin izler bırakırlar.
İnsan hakkında bilgi edinmeye dair her ilerleme, onun kimliğinin saptanmasını daha sorunlu hale getiriyor. O kadar da karmaşık olduğundan değil, insanın ne olduğu bilinmediğinden.