Kitap en baştan beri okuyucuya bir çözülme, kopma noktası olduğunu hissettiriyor ve sırf bu noktaya gelebilmek için devam etmeniz gerektiğini hissediyorsunuz. Kitabın ilk yarısinda karmakarışık duygular içerisindeyim, bazı yerlerinde aniden beni içine çekiyor ve kendimi kaptırıyor gibi oluyordum bazı yerlerinde ise sıkılıyor ve bırakmak istiyordum. Ta ki o noktaya gelinceye kadar: prens kendi gizini ve içini, nasıl birini olduğunu açık açık Vanya'ya itiraf ettiğinde ve dünyalarinin birbirine taban taban zit olduğunu fark ettiğinde Vanya'nin sarsilişiyla kitaba tamamen bağlanmaya başladım. Burada eklemek lazım ki Vanya, diğer dosto karakterlerinin aksine acidan boğulan ve kendi derinliğinde boğulan bir tip değil, acı çeken, ezilen ve ezen, zulmeden ve zulmedilen insanları bir şekilde kendine mıknatıs gibi çekmiş biri. Herkesin derdini dinler, onlari teselli eder ve elinden geldiğince maddi manevi destek olur. Hele ki bir ara hayatı sadece bu insanlara koşturup dertlerini dinleyerek onlara yardımcı olarak geçmeye başlar, bu noktada okuyucuyu bu adamın hiç mi hayatı yok sorgulamasına iter. Vanya roman ve hikaye yazarak geçimini sağlamaya çalışır, eski aşkı suanki yakın arkadaşi Nataşanin fırtınalı aşkıyla, dağılan ailesiyle ve tesadüfen karşılaştıği öksüz bir çocukla uğraşarak hayatını geçirir ve öyleki bu üçlü arasında mekik dokumasindan sıkılmak üzereydim. Neyseki daha sonrasinda olaylar artık koptu, kaçınılmaz olanların birer birer gerçekleşti ve bu üçlünün hikayesi bir şekilde bağlandı. İşlerin bu noktaya gelmesi öylesine duygusal bir şekilde oldu ki zaman zaman gözlerim bile doldu çünkü kitapta acıdan başka bir şey yok.