"Ama bunu hep yapmıyor muyuz? Birbirimizi aldatıp durmuyor muyuz? Bugün o beni aldattı. Yarın ben bir başkasını aldatacağım. Elbette iyi niyetlerle..."
İsmi ve arka kapak yazısıyla okuru yanılttığını düşündüğüm roman. Hikayede o kadar çok karakter var ki Bağdat'taki Frankenstein'a sıra gelmiyor bile. Toplumsal gerçekçi edebiyatı sevsem bile bu romanın karman çorman havasına bir türlü giremedim. Hangi karakterin hikaye aksını neden okuduğumuzu bir türlü çözemedim. 2000'lerin başında Amerika tarafından ilhak edilen Irak'ta yaşanan kaotik günleri okumak bir anlamda keyifliydi ama derdimiz bu olsaydı gidip tarih ya da politika kitapları okurduk. Bir araya gelemeyen bir sürü karakter ve Bağdat'ı içine alan bir çorba olarak özetleyebilirim bu romanı.
Cesetlerden bir araya gelmiş bir beden ve kaybolmuş bir ruh empatiyle çıktığı yolda intikamın sonu gelmez acısını tadıyor. Gittiği her kapı, duyduğu her hikaye, gördüğü her enkaz ve içinde bulunduğu toplumun huzursuz fakat kaderine boyun eğmiş havası her geçen gün artan bir bedenin canavara dönüş hikayesi. Hak hukuk aramak için çıktığı bu yolda “Çünkü silah taşıyan herkes biraz suçludur.” tezini haklı çıkarıyor. Aslında kurulan her örgütün kendini bir diğerinden korumak adına insani iç güdülerle kurulduğunu fark etmesine rağmen tüm ülkeyi sarsan bir örgüte dönüşüyor. İnsan hayatının sayılardan ibaret olmadığını düşünerek başladığı bu işte aslında “suçlu” insanları öldürerek kendisi de bir sayı topluyor. Sonra kitapta geçen fark ediş diyaloğu çok anlamlı. Aslında her suçlu biraz masum, her masum da biraz suçludur ve affetmek de öldürmek de görmezden gelmek de bu bakış açısıyla meşrulaştırılabilir.