İki farklı akıl türünü ele alır: Bir tarafta geçmişin kesin olarak bildiğimizi sandığımız ölüleri, diğer tarafta ise geleceğin bilinmez hiçliği. Ha bir de etrafta öylece başı boş dolananlarımız var... Her ne kadar son yüzyıllarda bilimsel devrimlerin de neticesinde geleceğe yönelik öngörümüzü geliştirdiysek de hayatımıza hakim olan, yine de geçmiştir. Ama neden? Ona neden bu kadar bağlıyız?
Geçmişe yönelik düşüncenin bu kadar baskın olmasının sebebi, tembel zihinlerimizin sadece elindekiyle yetinmesindendir. Sanki geçmiş tek mutlak gerçekmişçesine ona tutunur, ötesini de hiçliğe yollarız. Geleceğin bilgisizliği bizi adeta geçmişe muhtaç etmiştir...
Tüm geçmişin yalnızca başlangıcın başlangıcı olduğuna, var olan ve olmuş olan her şeyin şafağın alacakaranlığı olduğuna inanmak mümkündür. İnsan aklının başardığı her şeyin sadece uyanıştan önceki rüya olduğuna inanmak mümkündür. Zamanı geldiğinde dünyanın nasıl olacağını göremeyiz, görmemize de gerek yoktur. Biz alaca karanlığın varlıklarıyız. Günlerin bitmeyen silsilesinden bir gün gelecek ve şimdilik sadece düşüncelerimizde ve kasıklarımızda gizli olan varlıklar, bir tabureye çıkar gibi bu dünyanın üstüne çıkacak, gülerek ellerini yıldızların arasına uzatacak...