Unutulmaz ressam ve ozanımız Bedri Rahmi Eyuboğlu yıllar önce "Aydın mı, kaç mumluk?" diye sormuştu. Günün birinde ülkesinin bunca mumsuz aydın yetiştireceğini nereden bilecekti?
Bizim bildiğimiz kadarıyla, gerçek aydınlar önem verdikleri bir toplumsal sorunun çözülmesi için kapalı kapılar ardında başbakanlarla görüşmeye kalkmaz, yazılarıyla, bildirileriyle, eylemleriyle açık açık verirlerdi savaşımlarını. Emile Zola Alfred Dreyfus'un uğradığı büyük haksızlığa son verilmesi için cumhurbaşkanı Felix Faure'la görüşme yollarını aramamış, kendisi de hapsi boylamayı göze alarak Suçluyorum'u yayımlamıştı. Aynı konuda "Aydınlar Bildirisi"ne imza koyan ünlü sanatçı ve düşünürler de öyle.
Alt kimlik, üst kimlik, ön kimlik, arka kimlik, iç kimlik, dış kimlik kargaşası içinde ipin ucunu öylesine kaçırdık ki bir kimliksizlik yönelimidir başladı çoğu yurttaşımızda, temel kimliklerini üstlenmekten kaçınır oldular: "Türküm!" diyemiyorlar.
Daha birkaç yıl önce, ünlü bir başbakanın bu halkın çok değerli bir varlığını babasının malıymış gibi yok pahasına yakın bir dostuna verdiği basının diline düşünce, göğsünü gere gere "Verdimse ben verdim!" deyişi hâlâ kulaklarımızdadır.
Ne yaratıcı adammış şu Atatürk: kusurları saymakla bitmiyor bir türlü. Yakındır, çok sevgili Yunan dostlarımızı İzmir'de denize dökmüş olmakla da suçlanır.
Biz ne dersek diyelim, tutucu kardeşlerimizin bilgisizliği herkese akıl vermelerine engel değildir. Cömertçe akıl verirler, yol gösterirler bize; bununla da yetinmezler: daha önce getirilmiş ve konuyla ilgilenen herkesçe benimsenmiş kuralların varlığını bilmediklerinden olacak, önlerini bomboş görür, akıllarına estikçe kural koymaya kalkarlar.