Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Hilâfet ve İmâmet

Harun Çetin

Hilâfet ve İmâmet Gönderileri

Hilâfet ve İmâmet kitaplarını, Hilâfet ve İmâmet sözleri ve alıntılarını, Hilâfet ve İmâmet yazarlarını, Hilâfet ve İmâmet yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
"Müslümanlar için bir imama mutlak surette ihtiyaç vardır. Dinin hükümlerin icrası, cezaların infazı, kafirlere karşı hududların muhafazası, cihad için ordu teşkil edilmesi, sadakaların (zekat) toplanması, zorbaların, soyguncuların ve eşkıyaların zabtu rabt altına alınıp cezalandırılması, Cuma ve bayram namazlarının eda edilmesi, insanlar arasında ortaya çıkan ihtilafların ortadan kaldırılması, hukukun üzerine kaim olduğu şahidliklerin kabulü, velileri bulunmayan çocukların ihtiyaçlarının karşılanması, eğitilmesi, evlendirilmesi ve ganimet mallarının taksimi gibi önemli meseleler imam sayesinde icra edilir."
Sayfa 67 - Şerhi Akaidi'l-Kestelli, s. 181Kitabı okudu
Müslümanların azınlıkta veya gayr-i müslimlerin galip bulundukları ülkede, Müslümanlar nasıl hareket edeceklerdir? Zira küfre rıza gösterme ve küfür ahkamına tabi olma hakları yoktur. Bu hususta farklı rivayetler vardır. İbn Abidin: "Fetih'te bu konuda şöyle denilmektedir: Eğer görev verecek sultan (Ülû'lemr) yoksa veya kendisinden görev alınacak bir yetkili bulunmazsa -ki bazı Müslümanların yaşadığı bölgelerde olduğu gibi- o bölgelerde gayr-i müslimler hakim olmuşlar, Müslümanlar bir bakıma azınlıkta kal- mışlar veya Müslümanlar mahkûm durumda, gayr-i müslimler hakim durumdadırlar. (Kurtuba'da bugün olduğu gibi.) Bu durumda ne yapılmalıdır? Gerekli olan, Müslümanların kendi aralarından birine bu görevi vermeleridir. Onda ittifak etmeleri vaciptir. Onu kendilerine imam olarak seçerler, o da kadı tayin eder. Böylece kendi aralarında vukû bulan hadiselerin yargı organlarına aktarılması sağlanmırmam larda kendilerine Cuma namazı kıldıracak bir imam nasbederler." İnsanın mutmain olduğu, kabul edebileceği görüş de bu olsa gerek. Bu görüş istikametinde amel edilmelidir" hükmünü zikretmektedir. İbn Abidin'in: "İnsanın mutmain olduğu, kabul edebileceği görüş de bu olsa gerektir. Bu görüş istikametinde amel edilmelidir" demesinin sebebi; bazılarının gayr-i müslimlerin tayin ettiği kadılara müracaat edebileceği yolundaki görüşlerini reddetmek içindir.
Reklam
"Ben size beş şeyi emrediyorum: cemaati, emiri dinlemeyi, itaati, hicreti ve Allah yolunda cihadı. Kim cemaatten bir karış ayrılırsa muhakkak boynundan İslam bağını çıkarıp atmıştır. Ancak geri dönmesi müstesna. Kim cahiliyet çağrısı ile davette bulunursa o, oruç tutsa, namaz kılsa ve kendisini Müslüman sanmış olsa bile cehennem halkındandır."
Sayfa 49 - Müsned-i Ahmed, c. 4, s. 130Kitabı okudu
Dünya görüşleri ne olursa olsun, Müslümanların gayr-i müslimleri veli (yani idareci) edinmeleri haram kılınmıştır. Bu hakikat, muhkem nasla sabittir: "Ey iman edenler! Yahudileri ve Nasranileri kendinize veli edinmeyin. Onlar ancak birbirlerinin velileridir. İçinizden kim onları veli edinirse, o da onlardandır. Muhakkak Allah, o zalimlere muvaffakiyet vermez." Bu ayette geçen veli edinme hadisesinin, sıradan beşerî münasebetlerle bir ilgisi yoktur. Yahudilerin ve Hıristiyanların siyasi iktidarlarına (velayetlerine) boyun eğmenin neticeleri haber verilmiştir. Müfessir İbn Arabi'nin tespiti şudur: "Herhangi bir kafiri veli edinen (ve onun itikadi ve siyasi hükümlerine inanan) kimse kafir olur."
İmam Beyhaki "siyaset, bütün peygamberlerin kavimlerine öğrettiği bir ilimdir." buyurmuştur.
Sayfa 27 - Kitabü'l-Esma ve's-Sıfat, s. 281Kitabı okudu
Okuma yazması olmasa bile bir Müslüman, kendisini ilgilendiren bir hukuki meselede bulduğu bir fıkıh kitabından bir fetva ile devlet başkanına kadar herkesten hesap sorabilirlerdi. Yani İslam hukukunun felsefesi zaten inanılan bir din olmasından ileri gelmektedir. Yani Müslümanlar tabi oldukları hukuka bir din olarak iman ettikleri için ona gönülden bağlılık meydana geliyordu. Mesela İstanbul'da yaşayan bir Müslüman kendi şehrindeki kadıların ve müftülerin verdiği fetvaları beğenmeyip taa Kahire'deki başka bir müftüye mektup yazıp fetva danışabiliyordu. Ne siyaseten ülkelerin farklı olması, ne devlet başkanlarının farklı olması bu hukuk birlikteliğine mani olmuyordu. İnanılan bir hukuk yaşanılan bir hukuk oluyordu. Şu anda ise modern hukuk sadece bize sınırlarımızı bildirmek için olduğunu en başta deklare ediyor "Siz bizi gönülden kabul edin diye var değiliz. Birlikte yaşamanızı tahkim ve tahdid etmek için varız." diyordu.
Reklam
Modern hukukun bir felsefesi varmış gibi gözükse de aslında fakülteler, mahkemeler, meclisler, savcı odalarında okunan, dönen, karara bağlanan, halktan bağımsız burjuvazi bir oluşumdur. Halbuki az önce dediğimiz gibi şer'i hukukta bütün Müslüman fertlerin teftiş hakkı vardır. Yani bütün siviller, İslam hukuk sisteminin direkt muhatabı ve müfettişidir. Hatta bir kadının hükmünü beğenmeyen Müslüman bunu başka bir kadıya taşıyabilir ve kendisi cami kütüphanesinde bulunan bir fıkıh kitabından öğrendiği bir müftünün fetvası ise kadıya itiraz edebilir. Ama Batı hukukunda hâkimler ve avukatların dışında hiç kimse hukuki bir itirazda bulunma hakkı yoktur. Zaten avukatlık kurumu bizatihi bunun göstergesidir. Müslümanlar zaten ilmihal okuyarak İslam hukukunda kendilerine nasıl avukatlık yapacaklarını öğrenmiş olurlar.
İslam hukukunun yani devletinin tekrar ihyasının kolaylığı da şurada yatmaktadır: İslam hukuku Müslüman halkların içinde çıkmıştır. İslam hukuku ulaşılması zor, ruhbani yargıçlar tarafından sorgulanması hatta ulaşılması ve okunması mümkün olmayan, kralların kılıç ile neşrettiği hukuklar gibi değildir. Müslümanlar doğar doğmaz idare olundukları hukuk ile muhatap olmaktadırlar. Aldıkları isim kulaklarına okunan ezan, kamet kadılar ve müftüler tarafından bir yargı meselesi olarak incelenmekte, 4 yaşındaki bir çocuk okumaya başladığı ilmihal hukuka giriş kitabı olarak Müslümanların önünde durmakta ve Müslümanlar hayatları boyunca karşılaştıkları her müşkülat helal ve haram dairesinde bir ömür sürdükleri için bu hukukun bizatihi parçası olmak durumundadırlar.
Aslında geçtiğimiz bin yıl boyunca Müslümanlar hukukta, itikatta, gönül mevzusunda tek bir devletleri vardı, siyaseten ve sınır olarak çok devletlere sahiptiler. Misal ibn-i Sina Samani sultanına küstü, oradan Gazneliler devletine geçti. Gazneliler'de aynı görevine devam ederken Gazneli Mahmuďa küstü oradan da Selçuklu ülkesine geçti. Orada yine benzer durumlardan dolayı Bağdat Hilafet Devleti'ne göçtü. İslam tarihinde binlerce âlim işte aynen böyle sadece siyasi anlaşmazlıklar dolayısıyla çok rahat devlet değiştiriyor ve geçtiği yerde aynı görevine bir şekilde devam ediyordu. Bu da kopmaz bir hukuk bütünlüğünü gösterir bize.
İslam hukukunun Roma hukukundan çalıntı olduğunu söyleyen kâfirlere Müslümanlardan cevap vermektense yine iki tane gayr-i müslim hukukçunun sözlerini aktararak iktifa etmiş olalım. Bunlardan biri Osmanlı zamanında yaşayan meşhur Fransız Hukukçu Sava Paşadır ve Mukayeseli İslam Hukuku kitabında şöyle demiştir: "Hukukçu geçinen bazı asrilerinden öteden beri ağızlarında geveledikleri gibi ben de İslam fıkhının muamelata dair kısmını Roma hukukundan alındığını zannederdim. Fakat sonra İslam fıkhının kaynakları üzerinde uzun müddet yaptığım ilmi tahkikat ve derin tetkikat neticesinde gördüm ki bu muazzam fıkhın Roma hukukundan intikal ettiğine dair mütaala çok zayıf bir esasa dayanmakta ve hakikat olmaktan ziyade hayal bulunmaktadır.
Reklam
Bir Müslüman ceza hukuku açısından hırsıza, katile, zinakara, tecavüzcüye verilecek cezayı Allahu Teâla'nın belirlediği hadlerin haricinde bir şeyi kabul etmiş olsa o vakit Allah tasavvuruna bir zarar gelmiş olmaz mı? Allah'ı namazın, orucun, haccın rabbi olarak bilen Müslüman, O'nu mahkemelerin, uluslararası ilişkilerin, sokakların rabbi olarak nasıl tanımaz?! Burada gizli bir laik-seküler zihniyet yatmaktadır.
Müslümanlar, fıkhı tekrar ortak zemin ilan edip bir ayaklarını o zemine basmak zorundalar, kardeşlik hukukunu bu zemin üzerinde inşa etmek zorundalar. Bu farzdır ve ikamesi yerine gelmeyince hesaba çekileceğiz, dünyada yıkıma ahirette vebale sebep olacaktır. Fıkhı ve akideyi otorite olmaktan çıkarıp kendi meşrebini, tarikatını, mensup olduğu ideolojiyi buluşma zemini tayin etmek isteyenler, Müslümarları bunlara davet edenler, İslam kardeşlik hukukuna karşı şer'i bir cinayet işlemiş olacaklardır ve bu sebeple meydana gelen her yenilgiden kendilerine uhrevi ceza yazılacaktır.
Fıkıh toplumu yıkıldı yerine refah toplumu inşa edildi. Çarşısını, pazarını, evini, düşünü, rüyasını, siyasetini fıkhın idare ve teftiş etmediği Müslüman topluluğa cemaat denilemezdi ve bu da tam kapitalizmin istediği şeydi. AVM'ler ve stadlar mabedlerin yerine hayatın en merkezine kurulacak, bankalar da köşe başlarına tekkelerin yerine ikame edilecek, böylece işgal tamamlanmış olacaktı. Camileri ve Müslümanları cismen ortadan kaldırmaya gerek kalmayacaktı. Zira zaten ruh çekilip alınmış olacaktı. Artık tek gaye refah ve şehvet, güdücü güç sermaye, netice ise kurum ve şahıslarla laik-seküler bir topluluk. Müslümanların oluşturduğu ama İslam cemaati olmayan bir kitle. İşte yüzyılımızın hikâyesi bu...
Tasavvuf, fıkhın yerine ikame edilecek, kendisine davet edilecek, kendisiyle tüm inananlar ilzam edilecek bir merkez değildir. O bir hususi ruhi terbiye metodudur ve farklı ekollerden oluşan bir yapıdır. İçinde bulunmak kişiyi sırf dâhil oldu diye üstün bir payeye taşımaz, kabulü veya inkârı kişiyi küfre, dalalete, şirke sokmaz. İmam-ı Rabbani hazretlerinin buyurduğu gibi "ahirette sorgu tarikattan değil, şeriattandır." Şeriat, yani akide ve fıkıh.
Hem bütün sorunlarımızın çözüm merci, hem de bütün Müslümanların müşterek olarak ayağının basacağı, kardeşlik hukukunun tüm inananlar için tezahür edeceği meydandır fıkıh. Aynı akideye mensup Müminlerin hayatını siyasetten ticarete, aile hayatından gıdaya kadar her saha fıkhın hâkimiyetinde ve teftişinde olursa bir İslam toplumundan bahsedilir.
48 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.