".. Bu manzarayı, bitap düşmüş halde, yarı uykulu seyrederken, bu güzelliği farkında olmadan, ne olduğunu bilmediğim bir şarkıyla müziğe döküyoruz ; üstüne oturduğumuz ölü kimdi acaba diye soruyoruz; ince bir dalla bir karınca yuvasını didik didik ediyoruz; bir sürü şeyden söz ediyoruz; ara sıra, " Sahiden İstanbul'da mıyız?" diyoruz birbirimize, sonra hayatın ne kadar kısa ve herşeyin ne kadar boş olduğunu düşünüyoruz; sonra içimizi sevinç dalgaları yokluyor; fakat, hayran olduğumuz manzara karşısında, aslında, elinde sevdiğin kadının elini tutmuyorsan, yeryüzündeki hiçbir güzelliğin tam bir neşe kaynağı olmadığı kanaatine vardık."
Biz yine de İstanbul'a dönüp, gökyüzündeki kuşlar gibi avare avare dolaşalım. Burada en gelip geçici heveslere bile müsaade vardır. İnsan sigarasını Avrupa'da yakıp, külünü Asya'da silkeleyebilir.
“Boğaz’ın ve Asya’nın göründüğü şahane bir manzaradan sonra kenarında eski, dökük evlerin bulunduğu, girintili çıkıntılı dar sokaklarının hüznüne eşlik edersiniz. Hafif karartılı bir yeşillikten, güneşin ışıklarının vurduğu toz bulutuyla karşılaşılır. Küçük bir gezintiden sonra hayrete düşülür. Gürültülü kalabalıklardan, çıt çıkmayan sessizliklere, o kutsal rüya şehir, rüyalardan uzak kasvetli ve pis şehre geçilir. İstanbul’un nasıl bir şehir olduğunu soranlara cevap vermekte güçlük çekersiniz. İstanbul bambaşka bir dünyadır. Kainatın yaratılmasından önceki kaostur. Güzel bir şehir midir? Muazzam bir şehirdir. Çirkin bir şehir midir? Korkunçtur. Giden gören beğenir mi? Başı döner, sarhoş olur. Peki orada kalmayı tercih eder misiniz? Belli olmaz. İnsan buradan hem heyecan hem hayal kırıklığı yaşamış, hayran kalmış, nefret etmiş, zihni tamamen bulanmış olarak geri döner.”