Bilindiği gibi, emperyalizm bir ülkeye yalnız silâh zoruyla girmez. Hedef seçtiği ülkenin insanlarının duygu ve düşüncelerini önceden öyle bir duruma sokar, öyle bir yönlendirir ki, o ülke insanları kendiliklerinden, isteyerek ve iyi bir şey yaptıklarını sanarak emperyalist güçlere ülkelerinin kapılarını açarlar, biraz iş bilenleri ise işbirlikçiler olarak bu emperyalist sömürüden pay da alırlar. Bunu sağlamanın yolları, ülkenin yazgısı üzerinde şu ya da bu ölçüde söz sahibi olabilecek kişileri ya kendi ülkelerine gelmelerini sağlayarak orada "eğitmek", geride kalanları ise yabancı dilde eğitim yapan ve belli bir dünya görüşünü öğrencilerine belleten eğitim kurumları açmak, kültür merkezleri kurmak, yaygın bir propaganda ağı içinde yoğurmaktır. Kitle ileişim araçları bu amaç için biçilmiş kaftandır. O nedenle, emperyalistler, ülkenin iletişim odaklarını doğrudan doğruya kendi denetimlerine sokmak isterler, bu yapılamıyorsa "eğitilmiş" kişilerin yönetiminde olması için çalışılır.
Her devletin üzerine kurulup geliştiği temelleri vardır.
Bu temelleri sarsarsanız, o devlet de sarsılır; yıkarsanız, o devlet de yıkılır. Türkiye Cumhuriyeti'nin temelleri ise Atatürk ilke ve devrimleridir ve bunların da başında laiklik gelir. O nedenle, laiklik ilkesi yaralanacak olursa, devlet ve toplum yapısında da yaralar açılır. Bizler bu gerçeği yaşayarak da görüyoruz. 2 Temmuz Sivas olaylarının ve daha önceki benzeri kıyımların nedeni, laiklik ilkesinin gereği gibi gözetilmemiş ve hattâ doğrudan doğruya iktidarlarca yıkılmaya kalkışılmış olmasından başka bir şey değildir.
Çok kısaca formüle edersek, bence Atatürkçülük; bağımsız vatan topraklarında, bir ulus olma bilinciyle, başı dik, onurlu, sırtı pek, karnı tok "insan" olmak demektir.
D.P'nin kurulması ile birlikte karşıdevrim "resmen" başlamış oluyordu. Şimdi artık tüm devrimci atılım ve girişimlerin ortadan kaldırılmasına, bu başarılamazsa bunların etkisizleştirilmesine gelmişti sıra. Sıranın en başında da doğal olarak topraksız ve yoksul köylüyü topraklandırmayı ve aynı zamanda toprak ağalarının böylece güçlerini kırmayı amaçlayan Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu'nu geçersiz kılmak geliyordu.
Atatürk ilke ve devrimleri, yeri geldiğinde belirttiğim gibi, aynı zamanda demokrasinin önünü açmaya yönelmiş, "gerçek" bir demokrasinin varlık kazanabilmesi için gerekli olan koşulları yaratmayı amaçlamış bulunuyordu. İnönü, önce devrim karşıtlarını önemli görevlere getirerek ama daha da önemlisi devrimlerden ödün üstüne ödün vererek, üstelik dini siyasete âlet ederek, demokrasinin önünü böylece kendisi tıkamıştır. Öte yandan, yılların planlaması ve çabası sonucunda yaratılan Köy Enstitüleri'nin devrim düşmanlarınca acımasızca yıkılmasına göz yummasaydı, göz yummak ne demek, baş yıkıcısı Reşat Şemsettin Sirer'i Millî Eğitim Bakanı yapmasaydı, demokrasinin önündeki başlıca engel olan cahillik, boşinançlar, ağalık, şeyhlik... ten bugün iz kalmamış olacaktı.
Bugün, aşiret reisleri ve toprak ağaları T.B.M.M.'nin ceylan derisi kaplı koltuklarında oturamayacak, bakanlık yapamayacaklardı. Ama, o, Köy Enstitülü öğretmenin yerine İmam Hatipliyi, demokrasi gereği, geçirdi.