.
Ölü bir ortanca, çiçek açmış biri kadar karmaşık ve güzeldir. Kasvetli gökyüzü güneş ışığı kadar baştan çıkarıcıdır, çiçeksiz veya meyvesiz minyatür portakal ağaçları kusurlu değildir; onlar öyle...
...
.
Aptalca bir yaştı, yirmi beş; ergenlik hayalleri kurmak için çok yaşlı, yerleşmek için çok genç.
Her köşe bir olasılık ve bir çıkmazdı. Çalışmak? Ne zaman? Evlilik? İş ve evlilik? Neresi? Kim? Bu derece ile ne yapabilirim?
...
.
Hayatın bir noktasında dünyanın güzelliği yeterli hale gelir. Fotoğraflamanıza, boyamanıza ve hatta hatırlamanıza bile gerek yok.
Bunun hiçbir kaydının tutulması gerekmez ve onu paylaşacak veya anlatacak birine ihtiyacınız yoktur.
...
.
Aptalca bir yaştı, yirmi beş; ergenlik hayalleri kurmak için çok yaşlı, yerleşmek için çok genç.
Her köşe bir olasılık ve bir çıkmazdı. Çalışmak? Ne zaman? Evlilik? İş ve evlilik? Neresi? Kim? Bu derece ile ne yapabilirim?
...
Artık tetikte olması gerekiyordu, gerekirse kızı ağzıyla besleyecekti, içine serpilip genişleyeceği çelikten ve kuş tüylerinden bir dünya yaratacaktı ona, çünkü aşk denen şey başa gelmişti. Beline bir havlu dolayarak kızın odasında durmuştu. Az önce aklına gelen çirkin şeyleri söylemişti kıza. Gözlerini kankırmızısı bir ağaca dikmiş, yitirmeye dayanamayacağı için aşık olmayı göze alamadığı bir kadına umarsızca aşık olduğunu düşünmüştü.
adamın kendisine söylediği ilk söz, "sen gerçekten de güzelsin" olmuştu, sanki güzelliği geçit töreni arabası gibi düzmece olabilirmiş gibi; ama öyle değildi. adamın şaşkınlığı margaret'i gülümsetmişti. "bu yeterli mi?"
Son görüşmemizde ondan hiç hoşlanmadım, hatta onu tanıyamadım bile. Ama onu sevdim. Tıpkı lavabonun altına girip şarkı mırıldanan çocuğu sevdiğim gibi. O güzel çocuğu... Tıpkı pazar günü gibi gülümseyen o çocuğu.
“Birinin geçmişi vardı, ötekininse geleceği, ikisi de soylarını kurtaracak uygarlığı ellerinde taşıyorlardı. Siyah adam, benimle birlikte olgunlaşacak mısın? Ellerinde uygarlığı tutan siyah kadın, taşıdığın bu uygarlık kimin?”