İnsan yeni kıyafet giyince değişiyor. Köylüler süslendiğinde tarlada birlikte çalıştığın kişilere benzemiyorlar. Ben de o gün türkü söyleyip saz çalan erkekleri, avluda kollarını birbirlerinin omuzlarına atarak halay çeken delikanlıları, gülerken ağızlarını kapatan kadınları yeniden tanımıştım. Heyecandan yüzüm yanıyordu. Yaşam bana, az evvel tandırdan çıkmış ekmek gibi sıcak ve yumuşak görünmüştü. Sonra yağmurlar başladı, sonra selde taşlar yuvarlandı. Sonra felaket oldu. Annemle kız kardeşim ölümümün ardından birkaç günde yaşlandılar. Sesleri bile buruştu. Annem ıhlamur ağacının altında kollarıyla dizlerini sararak yıllarca ağladı. Kız kardeşimse gece evden kaçıp mezarımın yanına geliyordu. Tülbendiyle mezar taşımı silip duruyordu.
Aklın delilikle, annenin çocukla, başrolün figüranlıkla sınandığı bir dünyada beklentileri yerle bir edilen insanların öyküleri… Hoyrat gölgelerin yere atıp parçaladığı değerli vazoları “Kintsugi”nin merhemiyle tek tek yapıştırmaya çalışıyor Ayşe Sevim. Bunu yaparken kaosa kafa tutan şarkılar mırıldanıyor. Gülümsemenizi çarmıha geren şarkılar. Sevim’i iyi bir şair olarak tanıyorsunuz. Şiirinde tünel kazarak öyküye geçti o yaralara daha yakından bakabilmek için. Yaralar kıymetlidir, hele de ölümcül olanları. Hayat en çok ölümün kıyısında değer kazanır çünkü.