İnsan bütünlüğünü her zaman koruyamaz. Korumak isteyebilir ya da korumayı bir süreliğine başarabilir, ama elinden geleni yapmasına rağmen ötekinin karşısında, dokunuşla, kokuyla, hisle, dokunuş umuduyla, hissin hatırasıyla çözülür.
Kendi bedenlerimiz üzerinde hak sahibi olmak için mücadele etsek de, uğrunda mücadele ettiğimiz bedenler hiçbir zaman tam anlamıyla sadece bize ait değildir. Bedenin değişmez bir kamusal boyutu vardır. Kamusal alanda toplumsal bir fenomen olarak kurulan bedenim benimdir ve benim değildir. Daha baştan ötekilerin dünyasına teslim edilen bedenim başkalarının izini taşır, toplumsal yaşamın potasında şekillenmiştir: ancak daha sonra ve biraz kararsızca bedenimin bana ait olduğunu iddia ederim, edersem tabii.
Yüzsüz kalanlar ya da yüzleri bize kötülüğün sembolleri olarak sunulanlar, yok ettiğimiz ve yas tutulabilirlikleri süresiz olarak ertelenen yaşamlar karşısında duyarsızlaşma yetkisini veriyorlar bize. Hayatın, tüm hayatların değerine dair daha keskin bir anlayışın yerleşebilmesi için kimi yüzlerin kamusal görüş alanına kabul edilmeleri, görülmeleri ve duyulmaları gerekir. Yani siyasetin hedefi yas tutmaktır demiyorum, yas tutma yetimiz olmadığında şiddete karşı çıkabilmemiz için gereken, hayata dair o daha keskin anlayışı kaybederiz diyorum.
Şiddet kesinlikle en kötüsünden bir temas, bir dokunmadır; insanın öteki insanlar karşısındaki ilksel yaralanabilirliğinin en korkunç şekilde açığa çıkması, denetleyemediğimiz bir şekilde bir başkasının iradesine teslim edilmemiz, bir başkasının kasıtlı eylemiyle yaşamın kendisinin yok edilebilecek olmasıdır.
Kendimi insan modeli üzerinden anlıyorsam ve elimdeki kamusal yas türleri benim açımdan "insan olan"ı kuran normları açığa kavuşturuyorsa, yasını tuttuklarım tarafından olduğu kadar ölümlerini görmezden geldiklerim tarafından da kuruluyorum demektir.