“Fazla” ve “lüzumsuz” manalarına gelen Fuzuli mahlasını ise şair, şöyle bir mecburiyet dolayısıyla kullanmıştır. Fuzuli önceleri güzel mânalı bir takım mahlaslar almış, fakat kısa bir zaman içinde bu isimlerin etrafındaki şairler tarafından da benimsenip kullanıldığını görmüştür. Bu isim benzerliği dolasıyla kendi şiirlerinin başkalarına mâledilmesinden ve bilhassa başkalarına ait şiirlerin kendi eserleri arasına katılmasından çok korkan büyük şair bu mühim müşkülünü ancak hiç kimsenin kullanmaya cesaret edemeyeceği bir isim takınmak suretiyle halledebilmiş ve böylelikle, Osmanlı lisanında manası güzel olmayan bir sözü dilimizin en güzel ve en sevgili kelimelerinden biri haline getirmiştir.
Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!
Neden ?
Çünkü korkmak, her zaman ödü patlamak manasında değildir. Korkmak, çoğu zaman asil bir his, bir endişedir. Çocuğun çok ateşi var, doktor korkuyorum! diyen bir annenin asil korkusu gibi...
Bir tren istasyonunda, bir uçak alanında tren veya uçak gelmeyip de yolları kar, ufukları karanlıklar sarınca: geciktiler, yolda kalmalarından bir kazaya uğramalarından korkuyorum! diyenler hiçbir zaman bu sözü can korkusuyla söylemiş değillerdir. Demek ki korku, her zaman ödleklik değil, çoğu zaman bir fazilet bir asil his, bir endişedir.
İstiklal Marşı şairi ise, büyük milletine seslenerek şunu söylüyor:
-Senin için bu endişe de yoktur. Batı ufuklarını kaplayan bu al renk sönebilir. Hatta sönecektir. Çünkü onun ardında bu rengin sönmemesi icin, kanının son damlasını vermekten çekinmeyen, büyük bir millet yoktur. Rengi, Şafak renginde alevlenen al sancak ise sönmez! Çünkü onun sönmesi icin bu yurdun üzerinde tek bir tüter ocak kalmaması, tek bir aile, tek bir Türk kalıncaya kadar bütün Türk milletinin millet halinde ölmesi lazımdır. Bu da mümkün değildir.
Fikret’in aşk ve kadın mevzuunda aşırı faziletli bilinmek isteyişi bazı arkadaşları tarafından biraz fazla saflık halinde tasvir edilmiştir. Hatta, bir bakıma, gülünç bir davranış mahiyetinde gösterilmiştir. Mesela şair, Cahit’le birlikte, sokakta yürürken, Cahit’i daima sağ yanına alırmış. Bâzı dalgın zamanlarında ise arkadaşının sağ tarafında yürüdüğü olurmus. Sonra birdenbire hafif bir tebessümle yer değiştirir hemen genç arkadaşının soluna geçermiş. Fikret bu hareketinin sebebini de Hüseyin Cahit’e şöyle izah edermiş: vücudunun sol tarafında kalbi varmış. Kalbi ise yalnız karısına aitmiş. Böyle olunca, onun kalb tarafına kim olursa olsun bir başkasının geçmemesi lazım gelirmiş.
Bizim bir kısım zavallılarımızın yanıldıkları nokta şiiri yaradılıştan bir şiir iman ve tahassüs iklimi olan şark ülkelerinden başka yerde aramalarıdır. Öyle sanırım ki bu dalalet bir gün Nedim’in veya Fuzuli’nin hayatını filme alacak. Amerikalıların sinemaskopları karşısında uyanacaktır.
Nazım Hikmet mesela Mehmed Akif’ten söz ederken:
- Akif büyük şair, inanmış adam! der. Bu sözde Akif’in dini ve milli imanına karşı, bunları tanımış fakat onlara ihanet etmiş bir adamın derin imrenişi vardır.
Osmanlı Devleti'nin yıkılış döneminde yaşamış, yıkılışın yerine kurulmuş yeni devleti görmüş biri olan Sğlryman Nazif, şiirleriyle, yazılarıyla feryat etmiş, özellikle TÜRK MİLLETİNİN HAİNLERİ UNUTMAMASINI İSTEMİŞTİ.
İslâmlığ-imiş devlete pâ-bend-i terakki
Evvel yoğidi işbu rivâyet yeni çıktı.
Bu beyit, bizim daha Tanzîmat yıllarında baş-
layan bir şaşkınlığımızın zarif ifâdesidir. “Acaba,
cemiyet hâlinde geçirdiğimiz bu sarsıntı nedir, te-
rakkî yolunda devletin ayağını hangi engel bağlı-
yor?” diye düşünüp dururken, ortaya bir fikir atıl-
mış, buyurulmuş ki terakkîmize mâni olan tek en-
gel Müslümanlıktır.
Ziya Paşa işte bu fikri tebessümle karşılıyor ve
şöyle düşünüyor: “İyi ama, biz eskiden de müslü-
mandık. Ordularımız Macaristan ovalarında mu-
zafferâne ilerler; donanmamız, Akdeniz'i bir Türk
gölü hâline getirirken, bizler yine müslümandık,
üstelik, bir parça da bu Müslümanlık uğruna sava-
şıyorduk. İslâmlık, umûmiyetle bir îman sâhibi ol-
mak, büyük bir dîne inanmak, o zaman ayağımızı
kösteklemiyordu, Bilâkis bize dünyâda görülmemiş bir hız veriyordu da, şimdi mi belimize sarılmaya, yolumuza dikilmeye, bizim ayağımızı bağlamaya kalktı?"
Şöyle düşüneceğiz:
Atalarımız, bugünkü Türkiye topraklarına fâtih millet sıfatıyla geldiler. Aynı toprakları, Türk kanıyla İslam îmânının birleşmesinden doğan büyük kuvvetle aldılar.
Onların her biri, Ertuğrul Gāzi, Osman Gāzi,
Orhan Gāzi; Murad'lar, Yıldırım'lar, Fâtih'ler ve
sayısız erler olarak bize ebedî vatan kazandırma
yolunda yâ gāzi, yâhut şehit oldular.
Demek ki Türk vatanı, bu ülkede yüzyıllarca
şehit olmuş; vatanda minâreler yükseltmiş; gök
kubbeye ezan sesleri salmış, inanmış bir milletin
vatanıdır.
Böyle bir milletin milliyeti, elbette İslamiyet'ten ayrı bir milliyet gibi düşünülemez.
#NihadSamiBanarlı