Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Otobiyografi, Kadın, Cumhuriyet

Kurgulanmış Benlikler

Nazan Aksoy

En Eski Kurgulanmış Benlikler Sözleri ve Alıntıları

En Eski Kurgulanmış Benlikler sözleri ve alıntılarını, en eski Kurgulanmış Benlikler kitap alıntılarını, etkileyici sözleri 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Otobiyografi Tarihine Kısa Bir Bakış
Rousseau “itiraflar”ında kendini gerçekten de bir birey olarak tanımlar. Okurun anlamasını istediği şey de, kişiliğini nasıl kurduğu, nasıl bireyleştiğidir. Otobiyografisinin girişinde şöyle der: Benzeri hiç görülmemiş ve hiç görülmeyecek olan bir işe girişiyorum. Benzerlerime, doğanın tüm doğruluğu içinde bir insan göstermek istiyorum ve bu insan ben olacağım. Sadece ben. Kalbimi duyuyor ve insanları tanıyorum. Gördüklerimden hiçbiri gibi yaratılmamışım; yaşayanlardan hiçbiri gibi yaratılmış olmadığıma inanmak cüretini gösteriyorum. Öteki insanlardan daha iyi değilsem bile, hiç olmazsa başkayım. Doğa beni içine döktüğü kalıbı kırmakla iyi mi etti kötü mü, bu ancak ben okunduktan sonra yargılanabilecek bir şeydir. Kıyamet borusu ne zaman çalarsa çalsın, ben, elimde bu kitapla, yüce yargıcın huzuruna çıkacak ve yüksek sesle şöyle diyeceğim: “İşte ben böyle düşündüm, böyle yaptım, böyle oldum. İyiyi de, kötüyü de aynı içtenlikle söyledim. Hiçbir kötülüğü saklamadım, hiçbir iyiliği eklemedim; eğer bazı önemsiz süsler kullandığım olduysa, bu ancak bellek kusurumdan ileri gelen bir boşluğu doldurmak için olmuştur; doğru olabileceğini bildiğim şeyi doğru saydım, yanlış olduğunu bildiğim şeyi asla. Kendimi nasılsam öyle gösterdim.”
sayfa 17/8Kitabı okudu
Otobiyografi Tarihine Kısa Bir Bakış
Otobiyografinin bir edebiyat türü olarak önemine ilk defa dikkati çeken kişi Alman düşünür Dilthey'dir. Dilthey'e göre insan hayatı tarih içinde belirlendiğinden, bu türün yansıttığı dünyada insan kendini tarih içinde kimlik kazanan bir varlık olarak görür. Dilthey pozitivist düşüncenin bireysel hayatı göz ardı ettiğini düşündüğü için otobiyografinin bu boşluğu doldurabileceğine inanır. Öznel olanın yeniden öne çıkması, Kierkegaard’ın düşündüğü gibi, asıl gerçeğin nesnel olanın değil, öznel olanın bilgisine dayandığı fikri de otobiyografi edebiyatını güçlendirmiştir. Birey dünyayı sadece duyu algılarıyla kavrayan bir varlık değildir, tasavvur gücü (imagination), hayal (fantasy), sezgi, duygu gibi yetilerle de donanmıştır. İşte bu çokyönlü kavrayışın insan hayatında ifadesini bulduğu yazı türü de otobiyografidir. Dilthey kavramsal bilgi ile hayat arasındaki ilişkinin önemi üzerinde durur. Onun görüşüne göre tek tek olguların sıralanmasından çok, bu olgular çerçevesinde yaşananların zihinde kalan bilgisidir önemli olan. Tek tek yaşantılar başlıbaşına bir anlam taşımaz, asıl anlamını hayatın bütünü içinde düşünüldüğü zaman kazanır. İnsan hayatının tek tek olguları ancak bir bütün içinde yer aldığı zaman anlamlıdır. Hayat kesintisiz bir akış halindedir; ama şimdiden bakarak düşünebiliriz geçmişi; şimdinin bilgisini içermeyen bir geçmiş bilgisi yoktur. Yorum bilgisi (hermeneutics) ile geçmişi anlamak bugüne kadar süregelen bütünü anlamaktan, bütünü anlamak da onu meydana getiren tek tek olayları anlamaktan geçer.
sayfa 22/3Kitabı okudu
Reklam
Otobiyografi Tarihine Kısa Bir Bakış
Geçmiş hem şimdinin hem geleceğin temellerinin atıldığı bir zamandı. Kaynağını anlayamadığımız davranışlarımızı, işte bu unuttuğumuzu sandığımız ya da pek farkında olmadığımız geçmiş belirliyordu. Bu geçmişin yeniden anlamlandırılması pek çok sorunun aydınlanmasını sağlayabilirdi.
Otobiyografi Tarihine Kısa Bir Bakış
Otobiyografiyi insanın hayatını geriye dönüp anlamlı bir bütün olarak kavrama, onu anlamlı kılma çabası olarak gören Georges Gusdorf ise, bu yöndeki çalışmaların felsefi boyutunun derinleşmesine katkıda bulundu. Gusdorf'a göre otobiyografi bir edebiyat ürünü, yani bir sanat eseri olarak ele alınmalı, anlatılanların doğru olup olmadığı tartışılmamalıdır, çünkü otobiyografilerde kişi kendisini dışardan gözlemlenebilen eylemleriyle değil, içerden, bütün mahremiyeti içinde, ya olduğuna inandığı ya da olmak görünmek istediği gibi anlatır. Bu açıdan, her hayat hikâyesi bir bakıma bir sanat eseridir. Aşağı yukarı aynı yıllarda yazan Roy Pascal otobiyografinin bir sanat eseri olmasından çok, tarihi ve kültürel işlevi üzerinde durmuştur. Pascal'a göre, 19. yüzyıl Avrupa'sında kırlardan şehirlere yönelen göçün, sınaileşmenin, kapitalizmin ve bürokratikleşmenin bir sonucu olarak insan hem emeğine, hem yaşadığı çevreye yabancılaşmış, büsbütün yalnızlaşmıştır. Birey yavaş yavaş bir bütün içinde eriyip yok olmuştur. Pascal bu sürecin otobiyografiyi bir tür olarak geri plana ittiğini düşünür. İnsanın modern dünyanın getirdiği sorunları çözmesinde otobiyografiden yardım alması pek de mümkün görülmez artık. Bununla birlikte, otobiyografinin edebiyata açtığı yol da hiçbir şekilde göz ardı edilemez. Çünkü aynı yalnızlaşma süreci bireyi kendi iç dünyasına yöneltip modern insanın zengin iç yaşantıları üzerine kurulan yenilikçi (modernist) romanı hazırlamıştır.
Otobiyografi Tarihine Kısa Bir Bakış
Karl Weintraub da otobiyografiyi Batı kültüründe “tarihi bilinç”in ortaya çıkışını ve birey kavramının gelişimini haber veren bir tür olarak görür. Weintraub'a göre, bir bireyin hayatındaki bir aydınlanma anının ürünüdür otobiyografi. Bu aydınlanma anı bireyi geçmişini yeniden düşünmeye, o özel anın ışığında kendi hayatını yazmaya sürükler. Burada kastedilen şey, ereksel (teleolojik) bir yetişme çağı hikâyesi ya da hayatın belli bir döneminde geriye bakılarak zihinde imal edilen bir kurgu değildir. Bu aydınlanma durumu bir kriz anında kendiliğinden ortaya çıkar. Kriz anı kişiyi geçmişini bir bütün olarak kavramaya yöneltebilir. Ama söz konusu olan kriz bireysel olmaktan çok, tarihî anlamı olan bir krizdir. Türk edebiyatında Halide Edib Adıvar’ın otobiyografisini yazmaya karar vermesi böyle bir kriz anına denk düşer. O da “tarihî” diyebileceğimiz bir anda hayat hikâyesini yazmak zorunda olduğunu hissetmiştir. Weintraub'a göre, Goethe'ye otobiyografisini yazdıran şey kendi kişisel geçmişi ile dünya tarihinin birbirinden koparılamaz olduğu düşüncesiydi. Aynı düşünce bir başka tarihte, bir başka coğrafyada yaşayan Halide Edib için de geçerli; o da hayat hikâyesini yazmaya başlarken kendi kişisel geçmişi ile Milli Mücadele tarihinin iç içe geçtiğine inanmıştı.
sayfa 26/7Kitabı okudu
1970 Sonrası Otobiyografi Çalışmaları
Son kırk yıl içinde yürütülen otobiyografi çalışmalarında bu tutarlı, bütünlüklü özne fikrinin sarsılmaya başladığını görürüz. Bireyin sadece hikâyesi değil, bu hikâyenin nasıl anlatıldığı da önem kazanmıştır artık. Modern çağın özne kavramı sarsılmıştır. Dil etmeni birden ilgi odağı olur. “Ben”, dilin dışında inşa edilebilecek bir varlık
sayfa 29/30Kitabı okudu
Reklam
Roland Barthes Roland Barthes'a karşı
Barthes düşüncelerini şöyle açıklar: "Yalnızca üretimsiz bir hayat hikâyesinin yazılabileceğini göstermek. Ben ürettiğim anda, yazdığım anda, anlatma süremi elimden alan şey (iyi ki de alır) Metin'in ta kendisidir. Metin hiçbir şey anlatmaz, alır bedenimi başka yerlere, imgesel kimliğimden uzaklara götürür, daha şimdiden Halk'a,
sayfa 33/4/5Kitabı okudu
Otobiyografi ve ideoloji
Otobiyografinin geleneksel tanımı metinde konuşan birinci tekil kişinin, hikâyesi anlatılan kişinin, metne imzasını koyan kişinin aynı kişi olduğu varsayımina dayanır. Postmodern eleştiri bu özdeşliği bozdu; tarihî ben'in imza yetkisini tehlikeye düşürdü. Bu sözleşmenin bozulması, doğrusu, otobiyografiyi bir tür olarak sınıflandırmayı da zorlaştırır. Ne var ki, Gilmore'a göre bu özdeşlik fikrinin kaybolması doğrudan doğruya türü tehdit etmez; otobiyografi çalışmalarında asıl kriz bir söylem krizidir. Gerçekliğin ne ölçüde temsil edilip edilmediğini değil, otobiyografi metnindeki kimliğin hangi söylem pratikleri arasında üretildiğini anlamaya çalışmak önemlidir. Bir otobiyografide kendini gösteren gerçeklik geçmişe bugünden bakarak, o geçmişi bugünün bakış açısından yeniden kurgulayan bir gerçekliktir. Otobiyografide yaşantı [Erlebnis) yeniden şekillenir, gözden geçirilir, sınırlandırılır, dönüştürülür. Bu yüzden, anlatılan “ben”in arkasındaki yazan “ben”in her zaman dikkate alınması gerekir. Çünkü anlatılan “ben”i kurgulayan kişi kimi ayrıntıları seçip kimilerini görmezden gelen o arkadaki, yazan “ben”dir. Sonuç olarak, otobiyografinin konusu tekil bir bütünlükten çok, metnin içinde kendini gösteren söylemler, o söylemlerden çıkan anlamlardır.
sayfa 35/6Kitabı okudu
Kadın Otobiyografilerinin Tarihi
Kadın otobiyografileri tarihinde kadının cinsel kimliğini ele alan bir anlatıdır Millett'ın Flying (Uçmak) adlı kitabı. Yazar otobiyografisi yayımladığında kırk yaşındadır. Bu kitap yayımlandığı zaman kadın hareketi önemli bir kavşaktan geçmekteydi; kadınların toplumsal ve özel alanlarda verdikleri mücadelenin birbirinden ayrı düşünülemeyeceği anlaşılmıştı. Özel olan aynı zamanda siyasidir. Anlaşılmıştı bu nokta. Elizabeth Stanton'la Kate Millett'in yaklaşımları da bu durumu yansıtır: Stanton otobiyografisinde kadın hakları mücadelesinin başarısı uğruna kendi kamusal kimliğini geriye iterken, Kate Millett tam tersini yapar, kamusal kimlikle özel kimliğinin birbirinden ayrılamayacağını söyler. Millett'in kitabında hem bir kadının kendi cinsel tercihiyle hesaplaşması, hem de kadın hakları eylemcisi ve yazar olarak topluma kendini kabul ettirme mücadelesi vardır. Millett birçok yönden otobiyografi geleneğinden ayrılıyor. Yazar-anlatıcı-başkişi birliğine dayanan sözleşme bozulmamış olsa da, yazar hikâyeyi zaman sırasına göre anlatmıyor; çocukluğunu, ergenlik çağını geriye dönüşlerle veriyor. Yaşadığı geçmişi değil, şimdiki zamanı, yaşanmakta olanı, dahası, içindeki karmaşayı gözler önüne sermek için yazmıştır. “Kendimi bulmak/keşfetmek için yazıyorum,” der. Metinde kullandığı serbest çağrışım tekniğiyle geçmişle şimdi arasında durmadan gidip gelir. Bu gelgitli anlatım metinde gözle görünür bir dağınıklığa da yol açar. Ama bu dağınıklığın ortasında ısrarla kurcalanan, iç içe geçen iki sorun vardır: Nasıl bir kadın olmak, neyi, nasıl yazmak...
sayfa 45/6Kitabı okudu
Kadın Otobiyografilerinin Tarihi
Millett bütün bu cinsel arayışlarını yazmaktan çekinmez. Kendisinden kırk yıl önce yazmış olan Gertrude Stein gibi kimliğini saklamak istemez. Onu bu yönde etkileyen bir yazar daha vardır: Cinsel yaşantıları romanlarında bütün çıplaklığıyla yansıtan Doris Lessing. Millett hayran olduğu bu yazarın kendisine söylediği şu sözü unutmaz: “En zor olan şeyleri, yazamam diye düşündüğüm şeyleri yazdığım için gurur duyuyorum bugün.” Ama önemli bir fark vardır iki yazar arasında: Lessing yazamam dediklerini bir kurmaca metinde yazarak kendini toplumun eleştirilerinden bir ölçüde korumuştur. Oysa Millett çıplak kimliğiyle çıkmıştır okurun karşisina, üstelik heteroseksüel toplumun benimsettiği cinsel kimlik rollerini, heteroseksüel cinselliği meşrulaştıran otobiyografi türü üzerinden sorgulayarak.
Reklam
Kadın Otobiyografilerinin Tarihi
Kadın yazarlar toplumun önüne ancak kişilikleri, davranışları, akılları ile tutarlı bir kimlikle çıktıkları zaman erkek dünyasına kabul edileceklerine inandıkları için, uzun bir süre bedensel yaşantılarına hiç yer vermemişlerdir. Amerikalı otobiyografi araştırmacısı Sidonie Smith bunu şöyle açıklıyor: “Kadınların bedensel olmayan bir yaşantıyı
sayfa 47/8Kitabı okudu
Kadın Otobiyografilerinin Tarihi
Feminist kuram kadını bastıran, kadını bir "başkası” gibi gören Rönesans humanizması, burjuva liberalizmi, milliyetçilik, sömürgecilik, Marksizm, Freudcu psikanaliz gibi bütün evrenselci kuramlara karşı çıkarken, bu kuramları sorgulayan düşünceleri, başta yapısökümü ile sömürgecilik-ötesi kuramlar olmak üzere postmodern fikirlerin beslediği yaklaşımları benimsedi. Bu yüzden kadın otobiyografileri üzerinde çalışanlar beyaz erkek toplumunun dışladığı eşcinsellerin, değişik ırklardan gelenlerin, üçüncü dünya kadınlarının otobiyografilerinin incelenmesine de önem verdiler. Özel alan ile kamusal alanın birbirinden ayrılmasının kadınlar için sınırlayıcı olduğuna inanan feministler bu ayrımı reddedip asıl sorunun erkeklerin belirlediği kamusal alana çıkan kadınların burada erkeklerin koydukları kurallara göre mi, yoksa kendi bildikleri gibi mi durduklarını incelemek olduğu kanısına vardılar. Bu konu kadın otobiyografilerinde merkezî bir sorun olarak ortaya çıkar; özellikle Türkiye gibi kadının toplum hayatına karışmasını modernleşmenin bir parçası olarak gören ülkelerde kadınların kamusal alandaki varoluş hikâyeleri apayri bir anlam kazanır. Kadın acaba farklılığını kendi özel alanından çıktığı zaman ne ölçüde sürdürebilmektedir? Dahası, kadınlığını erkeklerce dışlanmadan nasıl yaşayabilir?
Kadın Otobiyografilerinin Tarihi
Otobiyografi araştırmacılarını en çok etkileyen toplumsal cinsiyet odaklı yaklaşım Nancy Chodorow'un çözümlemesidir. Chodorow'a göre analık kurumu toplumca üretilir, analık kavramı da yine toplumca kuşaktan kuşağa geçirilir. Bu kurama göre kız çocukla anne arasında preödipal evrede bir yakınlık doğar. Anneyle kız çocuk erkek çocukla özdeşleştiğinden çok daha büyük ölçüde özdeşleşir; erkek çocuk ise, babanın dünyasına hızla geçip annesinden koparken, kız çocuğun anne ile birlikteliği daha uzun bir süre devam eder. Erkek çocuk anneden kesin olarak koptuğu için eril kimliğini kadına özgü olanı bastırarak ya da reddederek kurar, babası ile özdeşleşirken annesi ile arasındaki farkı belirginleştirir. Oysa aynı dönemde anne ile kız çocuk arasında çok daha yakın bir bağ kurulur. Bu yakınlık kız çocuğun kimliğinin değişken olmasını, benlik sınırlarının esnek olacak bir biçimde çizilmesini ve başkalarıyla özdeşleşme yeteneğinin daha yüksek olmasını sağlar. Kız anneden daha yavaş ve daha geç koptuğu için, büyüyünce anne-çocuk beraberliğine anne olunca yeniden kavuşacağını düşünür. Chodorow kız çocuğun kişiliğinin çevresiyle uyum içinde geliştiğini söyler. Ama bu yaklaşım özgürlük, arzu gibi kavramlari erkek dünyasına bırakırken, sevgi, anlayış, koruyuculuk, dayanışma, kendini başkasının yerine koyabilme gibi kavramları kadınlar dünyasına bırakır. Bu da toplumsal hayatta var olan cinsiyet rollerinin kabullenilmesi, meşrulaştırılmasıdır zaten. Sevici feministler kadınlar arası ilişkileri öne çıkaran bu yaklaşımdan yararlanmışlardır.
Kadın Otobiyografilerinin Tarihi
Cinsiyetin kültürel etmenlerle belirlendiği görüşüne dayanan kuramlar Fransız kadın hareketini de etkilemiştir. 19. yüzyılda dilin saydam olduğu yolunda bir görüş vardı. Yapısalcı dilbilimin gösteren ile gösterilen, dil ile özne arasındaki ilişkiyi sorunsallaştırmasıyla bu anlayış geçerliğini yitirdi. Bu sorunsallaştırma sürecinde seksenlerde Fransız feminist araştırmacılar kız çocuğunun dilin dünyasına girmesini, kadının dilin sembolik dünyası ile kurduğu ilişkiyi yeniden incelediler. İnsanın preödipal evreden ödipal evreye geçmesi aynı zamanda dilin dünyasına girmesi demektir; çocuk artik annesi ile olan kusursuz bütünlüğünü yitirecek, bir başına kalırken ömür boyunca kavuşulamayacak olan bu bütünlüğü yeniden kazanma arzusuna da tutsak olacaktır. Bu arzusunu gerçekleştirmek için elinde kalan tek araç dildir; dil onun hayatındaki eksikliği yansıttığı kadar bu eksikliği giderme umududur da. Ne var ki bu dil babanın dilidir. Çocuk dilin dünyasına girip kendi kişiliğinin bilincine varırken cinsiyetini de fark eder. Cinsiyet farkı dile girişle başlar. Erkek çocuk baba dilini kullanarak, baba ile özdeşleşerek onun dünyasının temsil ettiği iktidarı öğrenmeye başlar; kız ise babanın dilini kullanamayacağını bildiği halde, bu dilin şifrelerini çözmeye çalışır. Baba kanununun hâkim olduğu bu dünyada kadının kültürel cinsiyeti bu dünyaya kabul edilmek için vereceği beyhude bir mücadeledir.
Otobiyografi ve Beden
Günümüzün postmodern kuramcıları kişinin bedeninin sadece kendine ait olmadığını söylerler. İnsanın bir bedeni olması o beden üzerinden bir kimlik kurmayı ve bir hayat hikâyesi yazmayı mümkün kılsa da, tek bir bedene hapsolmuş bir öznelik konumu bir yanılsamadır. İnsan kendini başkalarından ayıran, kendini kendisi olarak en iyi duyumsadığı bedeninde bile “yuvasında” değildir. İnsanın bir yuvasi olmadığını duyacağı tek yer bedendir çünkü, bedenimizde de başkalarıyla yaşarız. Biz doğmadan yazılmıştır bedenin kanunları.
17 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.