Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Mektubat-ı Hulusıyye -1

Muhammed Doğan

En Yeni Mektubat-ı Hulusıyye -1 Sözleri ve Alıntıları

En Yeni Mektubat-ı Hulusıyye -1 sözleri ve alıntılarını, en yeni Mektubat-ı Hulusıyye -1 kitap alıntılarını, etkileyici sözleri 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Ancak şu bir hakikattir ki; insan kabre yalnız olarak gider. Orada ona enis olacak şey; Kur’ân, imân ve a‘mal-i salihadır.
İnsândaki bu yirmi üç cihâzın hîç biri dünyâya sığmaz, dünyevî ni‘metlerden tatmîn olmaz. Zîrâ, dünyâ ve içindeki mevcûdât fânîdir. Meselâ; havâss-ı bâtınadan en zayıfı olan kuvve-i hayâliyyeye; “Sana bin sene ömür ile berâber dünyâ saltanatı verilecek. Fakat, sonunda öleceksin” denilse; “Âh!” deyip vâveylâ eder. “Bin sene sonra öleceksem, bu saltanat-ı dünyeviyyeyi ne yapayım?”  diyerek, buna râzı olmaz, ebediyyeti ister.
Reklam
Hulâsa: İnsâniyyet, en az bu yirmi üç cihâzdan mürekkebdir. Bir insân, şu yirmi üç cihâzı berâber ve tam yerinde, ya‘nî kemâliyle kullansa; o insân tam bir vicdân sáhibidir denilir. Vicdân; bir şeyi telakkí etme ve onun mâhiyyetini anlama kábiliyyeti demektir. İnsânda sâdece akıl çalışsa, o insânın vicdânı tam değildir. Kezâ, sâdece kalb çalışsa, yine o insânın vicdânı, ya‘nî buluşu kemâlmertebede değildir. Kâfirin kalbinde îmân olmadığı için, vicdânı müstekím değildir. Kezâ, bir insânda sâdece şehvet hâkim olsa yâhúd sâdece gadab hâkim olsa, yine vicdânı tam değildir.
İnsânda bu on letáiften başka, “kuvve-i şeheviyye, kuvve-i gadabiyye ve kuvve-i akliyye” denilen üç “kuvve” mevcûddur.
Kezâ insânda maddî kalb ile alâkası bulunan on tâne ma‘nevî latífe vardır. Bunlardan “kalb, rûh, sır, hafî, ahfâ” Álem-i Ma‘nâ ile alâkadârdır. “Kalb”in gelişmiş şekline “rûh”, rûhun gelişmiş şekline “sır”, sırrın gelişmiş şekline “hafî”, hafînin gelişmiş şekline “ahfâ” denir. Bu letáif tekâmül ettikçe ona göre vazífe alıp yükselir. Meselâ, kalbden rûha, rûhdan sırra, sırdan hafîye, hafîden ahfâya geçip ayrı bir mertebe kat‘ ettikçe, her latífe ayrı bir vazífeyi îfâ eder ve ona göre terakkí eder. İnsânda dercedilen bu beş letáif, ma‘nevî áleme bakar. İşte bu sebebden dolayı, Álem-i İmkân’ı keşfetmeye yarayan “akl-ı beşer”, kalb ve rûhun keşfiyyâtını anlamaktan ácizdir. Zîrâ, bu letáifin cevelângâhı, Álem-i Vücûb denilen tecelliyyât-ı ef‘ál, esmâ ve sıfât-ı İlâhiyye dâiresidir. Bu beş ma‘nevî letáifin yanında, insânda álem-i maddîye bakan latífeler de vardır. Bunlardan birisi olan “nefis”, iyi-kötü fark etmeden her şeyi ister. Her şeyden lezzet alır veyâ elem çeker. Ancak, şerîat onun isteklerini “takvâ” ile tahdîd ediyor. Nefisten başka “toprak, su, havâ, harâret ve nûr” unsurlarından doğan ma‘nevî ve şuúrlu birer latífe daha vardır. 
Bunlardan birisi olan “nefis”, iyi-kötü fark etmeden her şeyi ister. Her şeyden lezzet alır veyâ elem çeker. Ancak, şerîat onun isteklerini “takvâ” ile tahdîd ediyor. Nefisten başka “toprak, su, havâ, harâret ve nûr” unsurlarından doğan ma‘nevî ve şuúrlu birer latífe daha vardır. 
Reklam
İnsânın fıtrat-ı zî-şuúru olan vicdân, yirmi üç cihâz ile çalışmaktadır. Şöyle ki: İnsânda “havâss-ı hamse-i záhire” denilen “görmek, işitmek, koklamak, tadmak ve dokunmak” duyuları vardır. Kezâ, insânda “hiss-i müşterek, kuvve-i hayâliyye, kuvve-i vâhime, kuvve-i hâfıza ve kuvve-i müfekkire (kuvve-i mutasarrife)” denilen beş “havâss-ı bâtına” vardır. 
Suâl: “Ehl-i Cennet, cemâlulláh ile müşerref olduktan sonra, onların Cennet ni‘metlerine ve lezâizine karşı iştiyâkları değişir mi?” Elcevâb: Evet, cemâlulláh ile müşerref olduktan sonra, Cennet’in ni‘metleri, bu ni‘met karşısında çok sönük kalır. Ancak, Cenâb-ı Hak, bu ni‘metten hâsıl olan saádet ve lezzeti bir müddet sonra onlara unutturur. O hâli onlardan alır. O hâl devâm etmez. Tâ ki, Cennet’in ni‘metlerine iştiyâk duyup onlardan lezzet alsınlar. Bununla berâber, en düşük mertebeli ehl-i Cennet dahi Cennet’i seyrederken, Cennet ni‘metleri üzerinde tecelliyyât-ı esmâ ve sıfâtı görür. Bu dünyâda en büyük bir mertebede bulunan bir velî, tecelliyyât-ı esmâ ve sıfâta ne kadar mazhar olup lezzet almışsa, Cennet’te en düşük mertebede olan bir mü’min, o kadar tecelliyyât-ı esmâ ve sıfâta mazhar olup lezzet alır.
Vicdân ise, iki şeyle yaşar: Biri: “Nokta-i istinâd”. Diğeri: “Nokta-i istimdâd”. Vicdânda bir cezb ü câzibe mündericdir. O cezb ü câzibe ise, illâ bir câzibedâr hakíkati ister. O hakíkat ise mezkûr iki noktaya dayanır. Vicdânın nokta-i istinâdı, “kudret-i İlâhiyye”dir. Nokta-i istimdâdı ise, “rahmet-i İlâhiyye”dir. Kudret ve rahmet-i İlâhiyye ise, haşr-i cismânîyi, bâ-husús saádet-i ebediyyeyi iktizá eder. Öyle ise, her kim uyanık vicdânını dinlese, o vicdân bütün gücüyle, bütün havâs ve hissiyyâtıyla, bütün letáif ve duygularıyla ebedî bir álemi ve bâkí bir Zât-ı Akdes’i istediğini görecektir. Onlardan başka hîç bir şeye râzı olmadığını anlayacaktır. O kimse, kendi vicdânı ile bunu tesbît edecektir.
İnsânda on latífe, on havâs, “kuvve-i şeheviyye, kuvve-i gadabiyye ve kuvve-i akliyye” denilen üç kuvve mevcûddur. Bu yirmi üç cihâzın şerîat dâiresinde mezcinden, ya‘nî istikámet üzere berâber çalışmalarından bir “buluş” meydâna gelir ki; buna “vicdân-ı hakíkí” denir.
Reklam
“Ey derde dermân isteyen! Yetmez mi dert dermân sana” diyen zât gibi biz de; “Ey bu asrın ma‘nevî elemini nefsine çektiren kardeş! Yetmez mi Kur’ân ve îmân hizmeti sana?” diyerek, لاَ تَقْنَطوُا مِنْ رَحْمَةِ اللّٰهِ[3] ile yazıma son veriyorum. اَلْبَاق۪ي اَلْحُبُّ فِى اللّٰهِ
Henüz ibtilâ, imtihân ve teklîflerden çıkamadığımız için en ehemmiyyetli mes’elemiz olan ve her ân hıtâma ermesi müm­kin bulunan şu fânî ömürde Hálık’ın kaderî tasfiyesinden elmas olarak çıkan zümre-i nâciyyeden olmaklığımızı îmânla ve emîn lakabına lâyık olarak itmâm-ı enfâs müyesser olmasını ve bu mukaddes netîceye vardıracak bugün en parlak ve nûrânî yol olduğuna şübhe etmediğimiz Risâle-i Nûr ve Müellifi’nin işâret buyurup, da‘vet eylediği Şâhrâh-ı Muhammedî (asm) üzerinde îmân ve Kur’ân’ın müstekím, nûrânî caddesinde şaşmadan ve şaşırmadan yürüyen fedâkârâne Ümmet-i Muhammedî (asm) káfilesine ve hizbulláha idhál edilerek ciddî tarafdâr olanlardan olmak nasíb ve müyesser olmasını eltáf-ı İlâhiyyeden niyâz ederiz.
fesubhanallah acib bir cümle, bikaç kere okuyunca ancak anladım
Evet, biz acıklı hâlimizi, her latífemiz gibi şefkati de sû-i isti‘mâl ettiğimizi müdrik ve mu‘terifiz. Biz ıslâha muktedir değiliz. Hikmetiyle işlerini esbâba bağlayan, perdelere saran, bulutlara gizleyen ve gizli kalarak gaybî îmândaki kemâlâtı ve kıymetleri derece-i kusvâya çıkarttırmak ve müstaid gáfil olanların ihtiyârlarıyla, dalâlet derelerinde boğularak, esfel-i sâfilîne sukúta kesb-i istihkák eylediklerini görmek ve göster­mek ve bu súretle beşeri, cevheri gizli bir ma‘den gibi dünyâ ibtilâhánesinde kazá ve kader fırınlarına sokup, ondaki elma­sı çıkarttığı gibi, insânları da kül hâlinde izâbe edip, elmasla­rı ile kömürlerini tefrîk eylemeyi, hikmetli irâde ve idâresine bağlamış ve bu álemi bu súretle çekip çevirmekte ve doldurup boşaltmakta ve şen edip iflâs ettirmekte olduğunu güneş gibi göstermiştir.  
Kışın bulutları bir ânda dağıtıp, yaz güneşi gibi bir güneşle álemi ısındırdığı ve çalkalanan denizde kuvvetli ve bir şeyden müteessir olmaz zannettikleri vapurlarının batmak üzere ve bitmez ve tükenmez sandıkları servetlerinin mahvolmak üzere ve sonsuz tanıdıkları ömürlerinin bitmek üzere olduğunu gö­renlere, kemâl-i rahmetinden bir ânda o denizi durgun bir göl, mâvî ve berrâk bir sahrâ ve kendilerini güneşli bir havâda Há­lık’ın ni‘metlerini gezmeye ve görmeye çıkmış bir misâfir seyir­ci vaz‘ıyyetine çıkardığı gibi, kulûb-i mü’minîne başta evliyâ-yı umûr olmak üzere rahmetiyle nazar edip ve tecellî eyleyip; “Hak tecellî eyleyince her işi âsân eder, “Halk eder esbâbını bir lahzada ihsân eder” sırrına mazhar olan hakíkí mes‘úd ve mü’minler zümresine cümlemizi ilhâk buyursun. Âmîn, bi-hürmeti Seyyidi’l-Mür­selîn.
Ma‘lûmu i‘lâma ne hâcet. Cenâb-ı Kerîm-i Mutlak, nihâyet­siz keremiyle suyu tâ başından çevirtsin ve bu ümmeti, dâire-i rızásına nihâyetsiz rahmeti ile idhál ettirsin. Âmîn.
45 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.