1300-1700

Osmanlı Dünyası ve Avrupa

Daniel Goffman

undefined Osmanlı Dünyası ve Avrupa Sözleri ve Alıntıları

undefined Osmanlı Dünyası ve Avrupa sözleri ve alıntılarını, undefined Osmanlı Dünyası ve Avrupa kitap alıntılarını, etkileyici sözleri 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
"Osmanlı dünyasında Hristiyan dünyasından kaçmış binlerce dönme varken, Hristiyan Avrupa'da Islâm dininden dönenlere hemen hemen hiç rastlanmıyor."
İlk sultanlar hem siyasal amaçlarına ulaşmak, hem de çocuk sahibi olmak için evlenirken, 14. yüzyılın sonlarında hükümdar, cinsel ilişkiye yer vermeyen evlilikler yapıp, cinsel ilişkisini köle cariyelerle sınırlamaya başladı.
Reklam
Şeriat ile padişah hukukunu bağdaştırmada Ebussuud Efendi’nin çözüm olarak kullandığı araç, yasa ve uygulamaya ilişkin sorunlara dini otorite sahibi, tam nitelikli bir kişinin getirdiği bir açıklama olan “fetva” idi. Şeyhülislamın fetvalarının belli bir ağırlığı olacağı açıktı ve Ebussuud bu otoritesini “insanoğlunun koyduğu yasaları ilahi yasalarla uyumlu duruma getirmekte” kullandı.15 Konunun uzmanı modern bir tarihçiye göre, bunu başlıca üç alanda gerçekleştirdi. Birincisi, toprak ve vergilere ilişkin çok çeşitli yasalar yığınını, zamanla Osmanlı toplumunca kutsal kabul edilen bir biçime kavuşturdu. İkincisi, Kanuni Sultan Süleyman’ın birçok unvanı arasına halifeliği katarak, hükümdarın yalnızca Osmanlı devletinin başı olmadığını, aynı zamanda bütün Müslümanların yol göstericisi olduğunu vurguladı; icat edilmiş bu gelenek, padişah hukukunun geçerliliğini sağlamaya katkıda bulundu. Üçüncüsü ve en tartışmalısı, Hanefî mezhebine uygun olarak, vakıfların borç verebilmesini ve servet yaratmada kullanımını yasallaştırdı.16 Kısacası, Ebussuud ve diğer din görevlileri Osmanlı yasalarını yalnızca etkin bir biçimde belli bir düzene bağlamak ve standartlaştırmakla kalmadılar, aynı zamanda bunu öyle bir biçimde yaptılar ki, ülke içinde ve dışında karşılaşılan sorunların içinden yaratıcılık ve esneklikle sıyrıldığı sırada bile, devletin yerleşik dini kurallara uyar görünmesineolanak sağladılar.
Kapitülasyon anlaşmaları yalnız yabancıların kendilerini değil, onların hizmetindeki yeniçeri korumalarını, kapıcılarını ve tercümanları da kapsıyordu. 17. yüzyıl başlarında, Galata’daki yabancı topluluğundan sorumlu Osmanlı yöneticileri, buradaki yabancılar sanki korunmasız Osmanlı kullarıymış gibi onlardan sürekli cizye toplamaya kalkıştılar. En azından 17. yüzyılın ilk yarısı boyunca aynı devlet görevlileri, İstanbul’un çarşılarında dükkân kiralayan Venedikli ve Fransız tüccarları “zimmi” sınıfına sokmaya çalışıp durdular.4 Bu tür davranışlar yabancı toplulukların kendi kendilerini yönetme uygulamasını tehdit ediyordu kuşkusuz. Bununla birlikte, Osmanlı devlet görevlilerinin niyeti rüşvet almak değildi, yasalara aykırı davranmıyorlardı. Niyetleri, ne mallarını zorla almak, ne onları dışlamak, ne de dinlerini değiştirtmekti. Seçtikleri yöntemler daha ziyade, bu uzun süreli konukların dinsel ve sivil özerkliklerini yok etmeden, İslam hukuku uyarınca, siyasal bakımdan Osmanlı toplumuyla bütünleştirmek üzerine kurulmuştu
Birçok tarihçi Kanuni sonrası Osmanlı dünyasını gerileme dönemine girmiş olarak betimlemiştir. Bu gerilemeyi açıklarken, büyük ölçüde askeri alandan kanıtlara dayanırlar. Sık sık iddia edilen şudur: Osmanlı donanması İnebahtı’daki ağır yenilgiden (1571) sonra bir daha ne eski gücüne, ne de eski saygınlığına kavuşabildi; Osmanlı ordusu da, Habsburg ve Safevi imparatorluklarıyla, 16. yüzyılı kapatan ve yenensiz-yenilensiz Zitvatorok Antlaşmasına (1606) yol açan uzun savaşların ardından bir daha hiçbir zaman eski dayanıklılığına ve yırtıcı savaşkanlığına ulaşamadı. Buna bağlı olarak, geliştirilen sava göre, 17. yüzyıldan başlayıp 19. yüzyılı da kapsayan dönem boyunca Osmanlı tarihini ödün verme, geri çekilme ve yeniden mevzilenme şekillendirmiştir. Gerçek ise, elbette, bu betimlemenin ortaya koyduğundan çok daha karmaşıktı. Özellikle 17. yüzyılda, imparatorluğun pek çok bölgesi ve kesimi iktisadi bakımdan gelişti; yenileşme ve bürokratikleşme o güne dek görülmemiş bir siyasal istikrar sağladı; hatta askeri alanda bile Osmanlılar bazı dikkate değer başarılar yaşadı.
Bu karışıklık yıllarında imparatorluk ayrıca din baskısından kaçanların sığınağı oldu. Örneğin, Fransa'dan zorla sürgün edilen Huguenotların bir kısmı XVII. yüzyıl ortalarında İstanbul'da kaldı ve İngiltere'de Cromwell'den kaçmış bazı Anglikan din adamları, Quaker mezhebi mensupları, Anabaptistler ve hatta Katolik Cizvitler ve Kapuçinler İmparatorluğa yerleştiler ve topraklarında dolaştılar. Böyle eklektik bir Hristiyan karışımına bakınca Batı Avrupalı dinsel muhalifler için kolonyal dönemdeki tek sığınağın Kuzey Amerika olmadığı akla geliyor.
Reklam
Osmanlıları ve diğer Türkmen gruplarını dinle tanıştıranlar sufi dervişler olmuştur. Bunlar, İslamın temel ilkelerini tanıdık biçimde ve buyurgan olmayan bir bağlamda iletebilen, heterodoks din yaymacılarıydı.
İbadet özgürlüğü meselesi, bulunduğu yerin yasalarına bağlı olmama hakkının özünü oluşturuyordu. Protestan Reformu’ndan (1517) bir yüzyıl kadar sonra neredeyse Avrupa’nın tümü cuius regio eius religio - yani hükümdarın dini halkın dini olmalı -düşüncesini benimsedi. Bu ortamda, birçok devlet tarafından yasaklanmış olan ama çoğu elçinin bir hak olarak talep ettiği “sapkın” ibadetin açık açık yapılması, Katolik ile Protestan devletler arasındaki ilişkileri felç etti. Ancak 17. yüzyıldadır ki, bulunduğu yerin yasalarına bağlı olmama hakkı bu açmazı çözüme kavuşturdu. Oysa Osmanlılar için hiçbir zaman böyle bir sorun olmadı. En baştan beri, her elçinin, kendisi ve adamlarının özgürce ibadet edebileceği bir kilise ya da ibadethanesi vardı ve her elçi ya da konsolos kendi “millet”i üzerinde yasal yargılama hakkına sahipti. Başka hiçbir Avrupalı devlette böylesine geniş kapsamlı bir uygulama yoktu;
Konstantinopolis’in alınmasıyla Osmanlılar, Bizans’ın siyasal merkezi yanında dinsel merkezinin mirasına da konduklarında, II. Mehmed,gayrimüslim kullarla -daha önce açıkça ortaya konmamış- ilişkiyi belli bir hukuki düzene oturttu. Yeni hükümdar, kadim başkentin siyasal yönetiminde ve ekonomik yapısında reform yapmanın yanında, Rum Ortodoks kilisesinin kutsal örgütlenmesini de ya tanımak ya da ortadan kaldırmak zorundaydı. Mehmed birinci yolu seçti ve Osmanlıyla bütünleşmeyi din gereği Roma’yla birleşmeye yeğ tutan Gennadios Sholarios’u Osmanlı egemenliğindeki ilk Rum Ortodoks Patriği olarak atadı. Padişah 5 Ocak 1454 tarihinde Gennadios’u Patriklik görevine getirerek -her yeni padişahın tahta çıkışında yenilenmek ya da geçerliğine son verilmek üzere- kendisine bir “ahdname” verdi. Bu belgede Rum Ortodoks cemaatinin örgütlenmesi, ayrıcalıkları ve sorumlulukları ana çizgileriyle belirleniyordu. Osmanlı otoritesinin tam desteğini almış olmasının yanı sıra, belge Gennadios’a Bizans İmparatorluğu döneminde kendinden öncekilerin hiç taşımadığı ölçüde toplumlararası güç bağışlıyordu.
7. BÖLÜM Avrupa'da Değişen Konumlar
Kandiye ve Doğu Akdeniz'in diğer adalarındaki Rum kullarınız, hiç kuşkusuz daha büyük dikkatle izlenmelidir; birinci nedeni, Rum inancından olanlara güvenmemek gerektiğidir. Milletlerinin kendileri dışında kalan bölümü önlerinde örnek dururken, belki de Türk'e boyun eğmeye yanaşmayacaklardır. Öyleyse, daha dikkatlice izlenmeliler ki, vahşi hayvanlar gibi olduklarından, diş ve pençelerini kullanma fırsatı bulamasınlar... Bunun en sağlam yolu, güçlü garnizonlar bulundurarak korku uyandırmaktır; bir de, çok zorda kalıp, yardım ederler umuduyla silah altına almamaktır: Çünkü hükmedebildikleri güçle orantılı olarak kötü niyetlerini her zaman açığa vuracaklardır
Sayfa 228Kitabı okudu
Geri13
40 öğeden 31 ile 40 arasındakiler gösteriliyor.