Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Osmanlı Felsefesi

Ömer Mahir Alper

Osmanlı Felsefesi Sözleri ve Alıntıları

Osmanlı Felsefesi sözleri ve alıntılarını, Osmanlı Felsefesi kitap alıntılarını, Osmanlı Felsefesi en etkileyici cümleleri ve paragragları 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Ferâset (firâse) ise, dış görünüm ve yapıdan hareketle iç yapı ve karakter hakkında çıkarımda bulunmaktır. Bir hadîste şöyle buyurulmuştur: “Mü’minlerin ferâsetinden sakının; zira o, Allah’ın nuruyla bakar.” Kur'ân-ı Kerîm'de de şöyle buyurulmuştur: “Yüzlerinde secde izinden nişanları vardır” (Fetih, 48/29); “Şüphesiz bunda işaretten anlayanlara ibreder vardır’ (Hicr, 15/75). Ferâset kelimesi, [Arapçada] yırtıcı hayvanın avını ele geçirip parçalaması demek olan ‘fers’ten türemiştir. Bu çerçevede ferâset, bilgiler'in ele geçirilmesi demektir ki, bu da iki şekilde olur. Bunlardan birincisi, vahiy yoluyla olandır. Hz. Peygamber şu sözüyle bunu kastetmiştir: “Ümmetimin içinde de bazı şeyleri haber verenler vardır ki, işte Ömer bunlardandır.” Bu,kalbe ilham olarak da adlandırılır. Ikinci şekli ise, alametler ve emenler yoluyla olandır. Bu da, birtakım şekillerden hareketle iç haller hakkında çıkarımda bulunmaktır. Marifet ehli, Allah Teâlâ’nın “Hiç böyleleri, şu kimse gibi olur mu ki o, Rabb’inden bir delil (beyyine) üzerinde bulunur, aynca O’ndan bir şâhit de onu takip eder" (Hüd, 11/17) şeklindeki sözü hakkında şöyle demiştir: Buradaki delil (beyyine), bi'nci kısımdır ki, bu, ruh cevherinin arınmışlığına işarettir. [Ayette geçen] şâhit ise, ikinci kısmıdır. Molla Fenâri
Keşf [Keşfü'l-esrâr] sahibi [Pezdevi] şöyle der: Hüsün ve kubuh iki çeşittir. İlki, aklın güzelliği, fayda veren doğruluğun güzelliği, verilen bir nimete teşekkür etmenin güzelliği; zulmün çirkinliği ile verilen nimete nankörlüğün çirkinliği gibi sadece akılla bilinenlerdir. Ikincisi, amellerin miktarının [ibadetlerin miktarı] güzelliği ve zina ile içki içmenin çirkinliği gibi vahye dayananlardır (bi’s-sem'i). Bu sebeple, Hâkim eş-Şehîd’in [Mervezî] Müntekâ' da zikrettiği üzere, Ebu Hanife, Allah ondan razı olsun, “Göklerin, yerin ve kendisinin yaratılışını gördükten sonra kişinin yaratıcısını bilmeme özrü olamaz’ demiştir. Zira insan, kendisini, dış ve iç duyular gibi hariçten bir şeye ihtiyaç duymaksızın, sadece aklıyla bilebilme imkânına sahip olunca zorunlu olarak yaratılmış olduğunu da bilir. Yaratılmışlığını bilince de onun her şeye kadir olan ve her şeyi bilen bir yaratıcısı olduğunu bilir. Bu da sözümüzün sonu olsun.
Reklam
Denilmiştir ki, “Tedbiri [ilerisini düşünerek plan yapıp işi organize etmeyi], üç şey [ifsat edip] bozar. -Biri, tedbir konusunda ortakların [katılımcıların] çok olmasıdır. Zira bu durumda tedbir, saçılıp darmadağın olur. -İkincisi, tedbir konusunda ortak olanların, birbirine haset etmesidir. Zira bu durumda da heva ve kötü maksat işin içine karışır. -Üçüncüsü, tedbirini ele aldıkları konuyu ilk önce gündeme getiren/ona vakıf olan bulunamadığı halde konudan doğrudan haberi olmayan/başlangıçta buna pek dikkat etmeyen kişinin tedbir üzerinde hâkimiyet kurmasıdır [Tedbir ettikleri maslahata başlandığında tedbire mâlik olanın bulunmaması ve fakat tedbire malik olmayanın bulunmasıdır]. Zira bu durumda da orada bulunmayan o kişi, orada hazır bulunan kişiye kin tutar [haset eder ve böylece tedbir bozulur] . [Hz.]Ali -radiyallahu ‘anh şöyle demiştir: -“Cimri olan kimseyi istişarene dâhil etme [yani cimri kimseyle istişarede bulunma]; o, seni fazlından [iyilikten] döndürür ve seni fakirlikle korkutur. -Korkak kimseyi de istişarene dâhil etme; o, [yapılması gerekli olup da cesaret gerektiren] işler konusunda seni zayıf kılar [yani kalbine zayıflık duygusu verir]. -Haris olan kimseyi de istişarene dâhil etme; o, sana aç gözlülüğü güzel gösterir [seni tamah yönüne sevk eder]. -Doğrusu cimrilik, korkaklık ve hırsı biraraya getiren şey [yani bunların ortak noktası], Allah hakkında kötü zanda bulunmaktır.
Balçıktan(insanoğlundan)maksat,güzel fiillerdir./Kişi,fiiliyle yerilir ve övülür.
İlim [bilgi], maluma [bilinene] tabidir; şu anlamda ki, ilim ve malum, birbirine mutabıktır. Bu mutabakatta asıl konumunda olan, ‘malum’dur [bilinen nesne]. Çünkü ilim, malumun gölgesi; ona dair bir aktarımdır. Dolayısıyla Allah’ın, belirli bir vakitte gerçekleştirdiği âlemi o vakitte gerçekleştireceğine dair bilgisinin tahakkuku, ancak ve ancak âlemi belirli bir vakitte gerçekleştirmesi yönünden âlemin de kendinde böyle olması durumunda mümkün olur. [Yani âlem, zaten o vakitte gerçekleşecekse, Allah’ın bilgisi de buna uygun olarak tahakkuk eder; zira ilim maluma tabidir] . Bu ikisi arasındaki durumun [ilişkinin] tersi olması düşünülemez. Açıktır ki; mesela atın duvar üzerindeki [kazınmış] suretinin bu özel yapıda ve şekilde olması ancak ve ancak atın kendinde böyle olması sebebiyledir. Aksi halde [gerçekte] atın bu yapıda olması, onun duvar üzerindeki bu kazınmış suretinin böyle olması sebebiyle olur [ki, bu, saçmalıktır]. Allah’ın belirli bir vakitte gerçekleştirdiği âlemi o vakitte gerçekleştireceğine dair bilgisi, hiçbir şekilde onun zorunlu olarak böyle olmasında ya da aksinin imkânsızlığında etkili değildir. Dolayısıyla bu bilgi, belirli bir vakitte gerçekleştirdiği âlemi o vakitte gerçekleştirmesine yönelik olarak Allah’ın iradesinin taallukunu gerektirmez. Hocazâde Muslihuddin Efendi
Denilmiştir ki, dünya dört şeyle kâimdir [ayakta durur]: âlimlerin ilmi, yöneticilerin adaleti, sâlihlerin ibadeti [ve duası], cömertlerin cömertliği [yani ihsanı].
Reklam
“Bil ki, eşyanın varlığı dört mertebededir: Yazı, ibare [söz], zihin ve a'yân [dış dünya]. Bunlardan her önce gelen, sonra gelene vesiledir. Çünkü yazı, lafızlara delâlet eder. Bu [yani lafızlar] da zihinlerde olana göredir ve zihinlerde olan da a'yânda olana göredir. Aynî [dış dünyada bir gerçeklik olarak bulunan] varlık, hakikî ve asıl varlıktır. Zihnî varlığın hakikî mi yoksa mecazî mi olduğu hususunda ise, ihtilaf vardır. İlk ikisi [yani yazı ve söz] ise, kesinlikle mecazîdir. Sonra a'yâna ilişkin ilim, ya amelîdir ve onunla o ilmin kendisinin elde edilmesi amaçlanmayıp aksine kendisi dışında başka bir şeyin kazanılması] amaçlanır ya da nazarîdir ve onunla o ilmin kendisinin elde edilmesi amaçlanır. Ayrıca bu ikisinden her birinde ya şeriattan alınmış olması bakımından araştırma yapılır -ki, bu durumda o, şer'î ilimdir-ya da sadece aklın gerektirmiş olması bakımından araştırma yapılır -ki, bu durumda da o, felsefî ilimdir-. Bunlar da [toplam] yedi temel ilim olup bunların her birinin de türleri vardır ve her türün de alt dalları bulunmaktadır. Bunların da tamamı konularına ve isimlerine göre yapmış olduğumuz araştırma ve incelemelerle bu hususta yazılmış eserlerin tetkikine göre yüz elli çeşide ulaşmaktadır ki,muhtemelen bunları daha sonra arttıracağım.”
Bazı muhakkik âlimler demişlerdir ki: “Bize doğru yolu göster!" [Fatiha,6] âyetinde zikredilen ve kıyamet günü Cehennemin ortasına serilecek olan “sırât-ı mustakim”, bu dünyadaki dosdoğru yolun bir benzeridir. Bu tabir, [bu dünya ile ilgili olarak] orta yolda olmak ve zıtların arasındaki vasat durumdur. Nitekim âhiretle ilgili sırât-ı mustakim son derece hassas olarak nitelenmiş, hatta onun özelliği olarak 'kıldan ince kılıçtan keskindir" denilmiştir. Aynı şekilde bu dünyadaki sırât-ı mustakim de bu özelliktedir, hatta bunda asla bir genişleme de yoktur. Çünkü bundaki en ufak bir sapma helak edici reziletler olan ifrat ve tefrit taraflarından birine düşmeye sebep olur ve bundan sonra kişi için tehlike büyük ve iş zordur. Bu sebeple Peygamber Efendimiz “Emrolunduğun gibi dosdogru ol!” [Hud,112] âyetinin geçtigi Hud Suresi için “Beni, Hud süresi kocattı!” buyurmuşladır. Allahım! Bize doğru yolu göster, bizi Cehennem tabakalarından muhafaza et.Bizi sevdiğin ve râzı oldugun şeylere muvaffak eyle, bizi hevâya tâbi olmaktan beri eyle! Sadreddinzâde Mehmed Emin Şirvâni
[Yönetici] arının yönetimindeki harikalığı, arı sürüsünün durumlarını sevk ve idare edişindeki ve bu sürünün -Kitâbü’l-Hayevân’da ayrıntılı bir şekilde açıklandığı üzere- başkana hizmetlerinin niteligindeki mükemmelliği görmez misin? Arının harika yönetimiyle ilgili bir örnek şudur: 0, altıgen evler yapar. Bu [altıgen] şeklin iki yararı vardır ki, bunlar ancak altıgenden elde edilebilir. Şöyle ki, şekiller iki kısımdır. Bir kısım şekiller birbirine eklendiğinde boş alan [bir başka nüshada ‘yuvarlak tabaka’] onlarla dolar. Bir kısım şekiller ise böyle değildir. Birinci kısma örnek, üçgenler ve dörtgenlerdir. Bu iki şekille [yani üçgen ve dörtgen], boş alan dolsa da onların açılan dardır ve böylece işlevsiz kalır. Yedigenin, sekizgenin ve bunların dışındakilerin açıları geniş olsa da bunlarla boş alan dolmaz; aksine bunlar arasında boşluk ve açıklık baki kalır. Her iki yararı birden barındıran şekil ise sadece altıgendir. Çünkü altıgenin açılan geniştir ve herhangi bir yönden işlevsiz kalmaz. Dahası altıgenler birbirine eklendiğinde bunların arasındaki yerde dar bir aralık [bile] kalmaz. Bu iki niteliği taşıyan şeklin altıgen olduğu sabit olunca an, evini bu şekil üzere bina etmeyi seçmiştir. Şayet Allah Teâlâ, arıya anlayış ve zekâ vermemiş olsaydı, böyle bir durum ortaya çıkmazdı. Burada başka bir şaşırtıcı durum daha söz konusudur ki, bu, insanın, altıgen bir ev yapabilmesinin ancak cetvel ve pergel [gibi birtakım aletleri kullanmak sureti ile mümkün olabilmesidir.Oysa arı,bu evleri,herhangi bir araç ve gerece ihtiyaç duymaksızın yapabilmektedir. Kemalpaşazâde
Hükemâdan biri şöyle demiştir: “Akıl gibi bir seyis [ve gözetici] yoktur; adalet gibi de bir bekçi yoktur; hak/gerçeklik gibi bir kılıç, doğruluk gibi bir yardım yoktur. "
Reklam
Herhangi bir şeyin tarihini [yazmayı] amaçladığında tarihçi için hâsıl olan bu beş itibar [tarih yazımına ilişkin muhtemel durumlar] şunlardır: [ l] Birincisi, orada hazır bulunma ve bizzat gözleriyle tanık olma bakımından gerçekleşen itibardır. [2] İkincisi, bilme ve kesinlik bakımından gerçekleşen itibardır. [3] Üçüncüsü, zann-ı gâlip bakımından gerçekleşen itibardır. [4] Dördüncüsü, herhangi bir tercihte bulunmaksızın [birini digerine tercih etmeksizin] karşıt görüşlere yer verilmesi bakımından gerçekleşen itibardır. [5] Beşincisi, bu dört bakımın dışındaki bir yönden gerçekleşen itibardır. Kâfiyeci
Karıncanın durumu da böyledir. Karınca, kendisine erzak (zahire) hazırlamak için çaba ve gayret gösterir. Bu gayreti, sadece onun, ileriki zamanlarda gıdaya ihtiyacı olacagını; o zamanlarda bu gıdayı elde etmesinin mümkün olamayacağını ve böylece erzak hazırlamanın mümkün olduğu bu zamanda onu elde etme noktasında gayret göstermesi gerektiğini bilmesi sebebiyiedir. Karıncanın bu durumunda üç harika/olağanüstü olay vardır. Birincisi şudur ki, karınca, mekânın ıslak olduğunu algıladığında,taneyi ikiye yarar/böler. Çünkü o, bilir ki, tane sağlam olarak kalırsa ve ıslaklık,bu taneye ulaşırsa; yeşerir ve tane kendisinin işine yaramaz. Oysa ikiye bölünmüş olursa, yeşermez. İkincisi. ıslaklık, bu tanelere ulaşır ve sonra da Güneş doğarsa; karınca bu taneleri yuvasından çıkarır ve onları kuruyana kadar [Güneş’e] koyar. Üçüncüsü, karınca, metaını yuvasının içine taşımaya başlayacağı zaman; yagmurun yağması ve rüzgârın çıkmasına karşı [digerlerini] uyarır ve bunu [onlara] haber verir. Işte bütün bu durumlar, bu küçük canlıda büyük bir tedbirin varlığını gösterir. Yine örümcegin durumu da böyledir. Örümcek de eşsiz bir tarzda evini yapar. Şöyle ki, O, av silahı/tuzagı olan [bir başka nüshada ‘hedefi olan’] ağını, ancak sineklerin yakalanmasına uygun olacak bir tarzda onun nasıl yapılmış olması gerektiğini bilmesinden [bir başka nüshada “düşünmesinden’sonra örer. Farenin durumu da böyledir. O, yağın derinlerine kuyruğunu sokar ve sonra da onu diliyle yalayıp yer. Bu dil de ancak bir düşünce sonucu meydana gelir. “
Necmeddin Dâye, Aynü’l-hayât’ta [ya da asıl ismiyle Bahrü’l-hakâik’te] şöyle demiştir: “Allah Teâlâ arıya ilhamda bulunduğunda, aklın olmamasıyla [başka bir nüshada ‘aklın olmasıyla’] birlikte onun bir anlama yeteneğinin olduğunu şu sözüyle bildirmiştir: “Rabb’in bal arasına şöyle vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan ve kurdukları çardaklardan evler edin” (Nahl, 16/68). Yani halktan ayrıl ve kendini Hakk’a ver. Bu âyet, çokluklanyla ve türlerinin çeşitlilikleriyle birlikte her hayvanın eşya üzerindeki tasarrufunun ancak Allah Teâlâ’nın tasarrufuyla olduğunu ve bunun, doğasından ve hevâsmdan değil de O’nun ezelî hikmet kanunu ve kadim iradesiyle gerçekleştiğini işaret etmektedir. Vahiy yani ilham ve doğru yolun gösterilmesi, diğer hayvanlar arasmda anya özgü kılmrmştır. Çünkü o, insana, özellikle de sülük ehline en çok benzeyendir. Zira halktan ayrılma ve kendini Hakk’a verme, onun huyu ve özelliğidir. Aynı şekilde yer, giyim ve yiyecekler noktasında temizliğe dikkat de onun hususiyetidir. Yine an, temizliğinden dolayı. toprak ya da çamur bulaşmasın diye batındakini temiz bir taş ya da temiz bir tahta üzerine koyar. Tıpkı insan gibi o da, kendisine bulaşmasın diye pislik ya da necaset üzerine oturmaz." Kemalpaşazâde
Anlama (fehm) ise, bir ibarenin, yazının ya da işaretin kendisine delalet ettiği bir şeyden hareketle belirli bir şeyin tasavvur edilmesidir. Anlatım (ithâm) ise, onun ifadesi ve başkasının onu elde etmesini sağlamadır. Fıkıh da anlama demektir. Ancak fıkıh, daha sonra şeriat ilmine özgü olmuş ve şeriatin tafsilî delillerinden elde edilen şer’î-fer’î hükümleri bilmeye özgü kılınmıştır. Ayrıca fıkhın, hitabından hareketle hitap edenin muradını bilmek olduğu söylenmiştir. Bu sebeple Allah Teâlâ Kureyşli kâfirler hakkında şöyle buyurmuştur: “...hemen hemen hiç söz anlamayan (lâ-yekâdüne yefkahün) bir kavim...” (Kehf, 18/93). Yani “şer'î teklifle ilgili aslî maksada vakıf olmayan’ demektir. Molla Fenâri
Zamanın geçmiş, şimdi ve geleceğe bölünmesi, sadece onda vaki olan hâdiseler sebebiyledir; yoksa zamanın kendisi sebebiyle değil. Kuşku yok ki, zamansal hakikatin kendisi, kendisinden başka bir şey değildir. [Zamansal hakikatin kendisi değil de] hâdiseler dikkate alındığında, zaman da, bu hâdiselerin varlığı dikkate alınarak söz konusu edilir. Bu durumda hazırda bulunan şey ve onda vaki olan durumlar 'şimdi’ olur. Bu meydana gelen durumların yok oluşu ya da bu meydana gelen şeyin kendisinin yok oluşu dikkate alındığında, bu durumların varlığının ya da bu meydana gelen şeyin zâtının varlığının karşılık geldiği zamanın cüz’ü(parçası) 'geçmiş’ olur. Bunlardan var olacaklar ve zamanın bir cüz’ünde varlıkları vaki olacaklar dikkate alındığında, bu cüz’, “gelecek’ diye adlandırılır. (Davud-i Kayseri)