Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Psikanaliz ve Sonrası

Engin Geçtan

En Eski Psikanaliz ve Sonrası Sözleri ve Alıntıları

En Eski Psikanaliz ve Sonrası sözleri ve alıntılarını, en eski Psikanaliz ve Sonrası kitap alıntılarını, etkileyici sözleri 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Çocuk, güçlü yetişkinler arasında yaşayan çaresiz bir varlıktır. İnsan doğa güçlerine, hatta bazı hayvan türlerine oranla da zayıf bir varlıktır. Bundan ötürü, her insanın varoluşunda eksiklik duygusu bulunur. İnsan, çocukluk dönemlerindeki durumu ve sonraki yıllarda da evrenle olan ilişkisinden ötürü yaşamına nor­mal bir çaresizlik içinde başlar. Yaşamı boyunca, daha önce kendi­sine egemen olan insanlar ve doğal güçler üzerinde üstünlük kur­mak ve gücünü kanıtlamak için çaba gösterir. Bir başka deyişle, "kusursuz", bir varlık olmaya çalışır. Freud da yaşamının ilk dö­nemlerinde çocuğun kendini çaresiz hissettiğinden söz eder. An­cak, Adler'e göre bu durum, sonraki yaşamdaki davranışların te­mel belirleyicisidir. Çocukluk döneminin çaresizliği, insanda nor­mal olarak var olan eksiklik duygusunun ve bu duygunun sonucu ortaya çıkan üstün ve kusursuz olma güdülerinin biyolojik köke­nidir.
Freud, rüyaları kişinin geçmişteki sorunlarına çözüm arama çabası olarak yorumlamıştır. Buna karşılık Adler, rüyaları gelece­ğe yönelik bir sorun çözme etkinliği olarak değerlendirir (Mosak ve Dreikurs, 1973). Adlercilere göre rüya, gelecekte girişilmesi ta­sarlanan eylemlerin bir provasıdır. Örneğin, eğer bir girişimimizi ertelemek istiyorsak, ona ilişkin görmüş olduğumuz rüyayı ertesi sabah hatırlamayız. Belirli bir eylemden vazgeçme eğilimindey­sek konuya ilişkin korkulu bir rüya görerek kendimizi ürkütü­rüz. Rüyalar bu yönden "Dejavu" (*) olgusuna benzetilebilir. Ta­sarladığımız bir yaşantıyı düşlemlerimizde önceden canlandır­mak, o durumu gerçekten yaşadığımızda duyacağımız gerilimi azaltır. Bu nedenle Adler rüyaları, "duygu fabrikası" olarak nite­lemiştir.
Sayfa 156
Reklam
Bir­ çok diğer psikoterapi ekolü de insanın, yaşadığı olayları görebil­mesi, üzerinde düşünebilmesi ve hissedebilmesi ilkesinden hare­ket eder. Ancak, Adler bu konuda aşırı bir genellemeye giderek, yalnızca "öznel" olaylara önem tanımış, nesnel olarak gözlemlenebilen olguları inceleme dışı bırakmıştır. Oysa, davranışların tümü insanın olayları nasıl gördüğüne göre değerlendirilemez; bazı davranışların oluşumu, doğrudan çevresel uyaranlar tarafından belirlenir.
Sayfa 163
Persona
Persona sözcüğü tiyatro oyuncularının çeşitli rolle­ri canlandırırken taktılan maske anlamına gelir. Analitik psikolo­jide bu sözcük, insanın kendisi olmayan bir karakteri yaşaması adamına gelir. Bir başka deyişle, persona toplumun onayını sağlamak amacıyla insanın dış dünyaya karşı taktığı maske ya da ta­kındığı kimliktir. Persona bir insanın yaşamını sürdürebilmesi için zorunludur. İnsanlarla iyi geçinmemizi, hatta hoşlanmadığımız kişilerle bir­likteyken bile dostça tutumlar takınmamızı sağlar. İnsanın çıkar­larını korumasına ve başarıya ulaşmasına yardımcı olur. İnsanlar, özellikle çalışma yaşamlarında bu maskeyi sürekli kullanırlar, ak­şam eve gidince çıkarırlar. Birçok kişi ikili bir yaşam sürdürür; bunlardan biri personanın egemenliğindedir, diğeri kişinin iç dünyasının ihtiyaçlarını karşılar. Bir insanın birden fazla maskesi olabilir. Çalışırken taktığı maske, evdeki maskesinden farklıdır. Arkadaşlarıyla buluştuğu zaman üçüncü bir maske kullanabilir. Böylece, değişik durumla­ra kendini uyarlamaya çalışır. Aslında, bu maskelerin varlığı ötedenberi herkesçe bilinen bir olgudur. Ancak, bunların doğuştan var olan arketiplerin bir anlatım biçimi olduğunu tanımlayan kişi Jung olmuştur.
Sayfa 178
Rüyalar ve Simgeler
Jung'a göre rüyalar, bilinçdışı dünyamızın en açık anlatım biçimidir ve insanın doğal gerçeğini yansıtırlar. Ancak bu tanımla­ma tüm rüyalar için geçerli değildir. Birçok rüya günlük olaylarla ilişkilidir ve psişenin derinliklerini yansıtmaz. Bazen insan kendi­sine çok yabancı gelen ve iç dünyasıyla hiçbir ilişki kuramadığı bir rüya görür. Sanki bir başka dünyaya gitmiştir. Gerçekte bu başka dünya kendi bilinçdışıdır. Jung bunları "büyük" rüyalar olarak adlandırır. Egonun dış dünyayla ilişkilerinde başarısızlığa uğraması sonucu bilinçdışında ortaya çıkan aksaklıklar, böyle bir rüyanın görülmesine neden olur. Jung, simgelerin, bastırılmış isteklerin maskelenmiş biçimleri olduğunu savunan Freudcu görüşü kabul etmez. Ona göre, rüya simgeleri ya da diğer simgeler, anima, persona ve gölge gibi arketipleri bireyleştirme ve bütünleştirme çabalarıdır. Rüyalar geçmiş anıları canlandırabildikleri gibi, kişiliğin gelişimi için hazırlanmakta olan tasarıları da yansıtırlar. Bu tür rüyalardaki simgeler çatışmaların çözümünü de içerir. Jung, her rüyanın geleceğe yö­ nelik tasarıları içermediği ve bu tür rüyaların sayılarının fazla ol­madığı konusunda uyarıda bulunur. Rüyalar genellikle ödünleyici bir özellik taşırlar. Psişenin ihmal edilmiş ve gelişememiş yön­lerini ödünleyerek denge sağlamaya çalışırlar.
Sayfa 197
Tutumlar ve İşlevler
İnsanlarda var olan iki temel tutumdan biri olan dışadönüklüte, ruhsal enerji nesnel dünyaya çevrilmiştir. Dışadönük kişi, algılarını, duygularını ve düşüncelerini çevresindeki insanlara, eşyalara ve durumlara yöneltmiştir. İçedönüklükte enerji, öznel ruhsal öğelere ve süreçlere odaklaşır Bu iki tutum, bilinç
Sayfa 198
Reklam
Otto Rank
Rank, insanın dünyaya bazı eğilimlerle birlikte geldiğine inanır. Bunlar, açlık, susuzluk ve cinselik gibi fizyolojik ya da kor­ku, suçluluk ve sevgi gibi duygusal tepkilerdir. İnsan bu tepki eğilimlerine davranışlarda anlatım bulmak zorundadır. Bu eği­limler sağlıklı ya da sağlıksız olarak bölümlenemez ve insanla birlikte doğuştan var olurlar. İyi ya da kötü olarak yargılanan, bunların davranışlarda anlatım bulma biçimidir. Örneğin, kızgın­lık tüm insanların yaşadığı doğal bir tepkidir. Ancak bu tepkinin nasıl yaşanacağını, bir insan diğerinden farklı biçimde öğrenmiş­tir. Bir insan kızdığı zaman birine saldırabilir, bir diğeriyse ken­disini kızdıran durumdan uzaklaşmayı yeğler. İnsanın tepki eği­limlerini çevresine karşı nasıl kullanacağı, öğrenme yoluyla belir­lenir.
Sayfa 217
DOĞUM SARSINTISI VE AYRILMA ANKSİYETESİ
Rank, dölyatağında geçen rahat bir dönemden sonra birden çaba ve girişimi gerektiren doğum sonrası ko­şullara geçişin çocukta yarattığı dehşetin, sonraki yaşamda en sağlıklı insanlarda bile sürekli olarak var olan birincil anksiyetenin kökeni olduğu görüşünü savunmuştur. Bu sarsıcı olayı unutma isteği evrensel niteliktedir ve bu nedenle tüm insanlar dünyaya gelişlerinin ürkütücü izlerini bilinçdışı alanına iterler. Rank bunu birincil baskı mekanizması olarak tanımlamıştır. Baskıya alınan bi­rincil anksiyete, sonraki yaşamda, dölyatağıma dönme isteği ile bu dönüşün yine aynı acıyla sona ereceği korkusunun yarattığı çatışma sonucu çeşitli olaylarda yeniden yaşanır ve davranışlara etkisini sürdürür.
Sayfa 219
Freud, doğum sarsıntısını insanın yaşadığı ilk anksiyete olarak tanımlamış, sonraki yaşamdaki anksiyeteleri genellikle cinsel nitelikte nedenlerle açıklamıştır. Buna karşılık, Rank, insanın yaşamındaki anksiyetelerin çoğunu, doğum anında yaşanmış olan ayrılık anksiyetesinin bir tekrarı olarak yorumlamış­tır. Örneğin memeden kesilme, bebek için bir içgüdünün engel­lenmesi değil, doğum sarsıntısını anımsatan bir ayrılığın yeniden yaşanmasıdır.
Sayfa 219
YAŞAM KORKUSU
Dölyatağı içinde dölüt, çevresiyle sürdürdüğü ortak yaşamın bir parçasıdır. Doğum, bu beraberliğin ölümü anlamına gelir ve sonraki yaşamda insanın, yeni ilişkiler kurabilmek için önceki be­raberliklerini terk ederken yaşadığı anksiyetenin ilkörneği olmak­tan öte bir anlam da taşır; doğmak için ölmek. Bir başka deyişle, insanın bağımsız bir varlık olarak yaşayabilmesi için, bir önceki ortak yaşamının sona ermesi gerekir. Ne var ki insan, bağımsızlı­ğa doğru attığı her adımı ürkütücü bir tehdit olarak yaşar. Başka­larından farklı davrandığı oranda reddedilme ya da sevgiyi yitir­me olasılığının artması ve kendisine yön vermede yenilgiyle karşılaşma olasılığı, sürekli korkmasına neden olur. Rank'ın yaşam korkusu dediği bu duygu, gerçekte, insanın kendi yaşamını sür­dürmekten korkmasıdır.
Sayfa 220
Reklam
Ölüm Korkusu
Öte yandan, yaşama isteminin atılımcı bir karakteri ve yaratıcı bir gizilgücü vardır. İnşam bireyleşmeye doğru yönlendirir. Bu nedenle, ortak yaşama dönüş, ölüm ve gerileme, ya da bireyleş­menin ve yaşamın yitirilmesi olarak yorumlanır. Dolayısıyla, çev­reyle birleşme ve bütünleşme isteği de bir tehdit olarak yaşanır. Sorumluluğunun ve bakımının bir başkası tarafından üstlenilme­sinin sağladığı çabasız rahat ve güvenliğe karşın insan, çevresi­nin egemenliği altına girerek bireyselliğini yitirmek ve tümden çaresiz bir duruma düşmek istemez. Korku ve suçluluk duygula­rı bu kez de ortaya çıkar. Rank bu duyguyu ölüm korkusu olarak adlandırmıştır. Ölüm korkusu kişiyi yaşam çabasına güdüler, ya­şam korkusu ise bu çabaların ketlenmesine neden olur.
Nevrotik, uyum yapma çabasında yenilgiye uğramış ortalama insandan çok farklıdır. Daha kolay bir çözümü göremediği için, bunun ötesinde çare arayan kişidir. Bu nedenle Rank, nevrotiğin direncini ve düşmanca duyguların, yıkıcı olmaktan çok, yapıcı nitelikte bulur.
Sayfa 225
Rank, tüm nevrotik belirtilerin temelinde korku ve suçluluk duygularının bulunduğunu söyler. Bu duygular denetlenmeye­cek kadar güçlenir ve kronikleşirse, insana yön veren düşünce örüntüleri yeterince gelişemez. Buna bağlı olarak duygusal tepki­lerin denetimi de güçleşince, nevrotik belirtiler ortaya çıkar.
Sayfa 225
HORNEY KURAMI
İnsan davranışlarının içgüdü denilen fizyolojik olaylardan kaynaklandığı yönündeki Freudcu görüşe karşı çıkmış olan Hor­ney, bozuk davranışların aile içi ilişkilerdeki aksaklıklar sonucu ortaya çıktığını ve ayrıca, sosyokültürel etmenlerin de bu öğren­me sürecini önemli oranda etkilediği görüşünü savunmuştur. Bir insanın diğeriyle, toplumun bireyle ve ana-babanın çocukla olan ilişkilerinin önemini vurgulayan böyle bir yaklaşımda, davranı­şın biyolojik belirleyicileri geri planda bırakılmıştır.
Sayfa 237
1.500 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.