“Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkla yiyen, kemiren yaralar,” diye yazar İranlı Sadık Hidayet, Kör Baykuş romanının girişinde: o yuvarlak gözlüklü, ufak tefek adam bunu herkesten iyi biliyordu. Tam da böyle büyük bir yalnızlık akşamında, ona Paris’in Championnet Sokağı’ndaki apartman dairesinin gaz vanasını sonuna kadar açtıran da bu yaralardan biri oldu, İran’dan uzakta, çok uzaklarda, yanında ona refakat edebilecek sadece Hayyam’dan birkaç rubai ve belki koyu konyak şişesi ya da bir parça afyon sakızı ve belki de hiç, hala kendine sakladığı ve onun gazın büyük boşluğuna sürükleyen metinlerinden başka hiçbir şey olmaksızın.
Acı yavaş yavaş diniyor, tüm acılar diner, utanç ötekini kendi benliğinde hayal etmenin doğurduğu bir duygudur, ötekinin bakış açısını kendi üzerine yüklemektir, bir ikilenmedir.
“Dünyanın çektiği acıların evrensel ifadesi” olarak müzik, derdi Nietzsche.
Biz ne aşka ne de ölüme nailiz. Uyanıklık gerek bunun için, bilinç gerek. Biz ceset suyu üretmiyorsak da bizden çıkan her şey ıstırabın iksirinden ibaret.