“Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkla yiyen, kemiren yaralar,” diye yazar İranlı Sadık Hidayet, Kör Baykuş romanının girişinde: o yuvarlak gözlüklü, ufak tefek adam bunu herkesten iyi biliyordu. Tam da böyle büyük bir yalnızlık akşamında, ona Paris’in Championnet Sokağı’ndaki apartman dairesinin gaz vanasını sonuna kadar açtıran da bu yaralardan biri oldu, İran’dan uzakta, çok uzaklarda, yanında ona refakat edebilecek sadece Hayyam’dan birkaç rubai ve belki koyu konyak şişesi ya da bir parça afyon sakızı ve belki de hiç, hala kendine sakladığı ve onun gazın büyük boşluğuna sürükleyen metinlerinden başka hiçbir şey olmaksızın.
“Susadım. Yaşayacak ne kadar zamanım kaldı? Kendimi gecenin yarısında böyle cin gibi yapayalnız, kalbi gümbür gümbür, kasları titrer, gözleri kıpkırmızı bulmak için ne hata yaptım, kalkabilir, kulaklıklarımı takabilir ve müzik dinleyebilirim, teselliyi müzikte, mesela Nedim'in udunda ya da Beethoven'in bir kuartetinde, son eserlerinden birinde arayabilirim -Saravak'ta saat kaçtır, o sabah Palmira'da ödlek gibi kıçımı döneceğime Sarah'yı öpmeye cesaret edebilseydim belki de her şey farklı olurdu; bazen bir öpücük tüm hayatı değiştirir, kader yön değiştirir, kıvrılır, bir köşeyi döner..”