İyi yazı, okuyanları kağıdın beyazlığından, satırların siyahlığından uzaklaştırarak şekillerden ayrı bir muhteva alemine götürür. Okuyana, elinde bir kağıt tuttuğunu, gözlerinin önünde çizgiler olduğunu, bir yazı okuduğunu unutturur.
Meşhur misali tekrarlayalım: Shakespeare'in eserlerinde birbirinin aynı olmayan otuz bin kelime sayılmıştır. Onun zamanında köylü üç yüz, şehir halkı da bin küsur kelime ile konuşuyormuş. Shakespeare halk diliyle yazsaydı, Shakespeare olamayacaktı.
Soysuzlaşmış sanat eseri ise, meçhul babası tarafından bile inkar edilmiş ve anasının parmaklarıyla boğularak o köprünün altına atılmış bir canavar yavrusundan başka bir şey değildir.
Türk diliyle kendini ifade eden bir edebiyat, o dili konuşanları birbirinden ayırmayı değil, ancak muasır büyük milletlerin yekpareliğine doğru götürecek birlikçi ruhlardan doğduğu gün beşerî kıymetini bulacaktır.
Nedir o «millî» ki, san'at eserinde mutlaka bir an'ane ve tarih kılığı ve konusuyla görünmesi şart değildir; Türk olmak için mutlaka tepesine bir ışgırlak oturtmaya, ayağına bir potur geçirmeye, çifte telli veya zeybek oynamaya, çeşme başında otlamaya ve dere kenarında çamaşır yıkamaya ihtiyacı yoktur; nedir ve ne ola o su katılmamış «milli» ki, Paris'te de, Honolulu'da da, filârmonik bir orkestrada da, modern bir apartmanda da, frakla da, smokinle de Türktür ve hiç bir zaman, mekân, kılık, muaşeret kaydı onun sapasağlam Türklüğüne engel olamaz. İşte cevherine ve edâsına sadık, kendi kendisi kalabilmek için manzara ve kıyafet boyalarından müstağni, halis «milli» budur.
Bütün hacmini ve zenginliğini parça üstündeki aşırı titizliğine feda eden san'atkâr, büyük bir mabedin mimarı değil, ancak o mabedin bir kapısı üstünde göznuru döken oymacı kalfalarından biri olabilir.
Şüphesiz edebiyat bilginin kendisi değildir ve belki hiç bir şey öğretmez; fakat zekâyı en yüksek tefekküre götüren uyandırıcı ve sıçratıcı tesire varabilmek için, her nevi tefekkürün malzemesini, yapan bilgiler hakkında fikirler sahibi olması, ilk borcudur.