Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Objektif 2

Sanat, Edebiyat, Tenkit

Peyami Safa

Sanat, Edebiyat, Tenkit Gönderileri

Sanat, Edebiyat, Tenkit kitaplarını, Sanat, Edebiyat, Tenkit sözleri ve alıntılarını, Sanat, Edebiyat, Tenkit yazarlarını, Sanat, Edebiyat, Tenkit yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Edebiyat-ı Cedide'ye "Servet-i Fünûn'un Edebiyatı" adını vermek çok yanlıştır: Servet-i Fünün'un doğurduğu, kundakladığı, büyüttüğü, kucakladığı, yaşattığı, hiç değilse beşiğini salladığı şöhretler hem Edebiyat-ı Cedide'ye, hem Fecr-i Âti'ye hem de geçen Dünya Harbinden bugüne kadar daha yeni nesillere mensup, yarım asırlık edebiyat tarihimizi dolduran isimlerin hemen hepsidir. Servet-i Fünûn âdeta bütün yenilik edebiyatımızın cümle kapısıydı ve oradan geçmeden, ileride daha esaslı tasfiyelere hazırlanmak şartiyle, kültür sarayımızın bahçelerini dolduran kalabalıklara katılmak mümkün değildi. Ben de bu kapıdan geçtim. İlk yazılarım, Maupassant'tan tercümelerim, La Bochefoncauld'ya ve Rousseau'ya dair müptedice incelemelerim, geçen Dünya Harbinde, Servet-i Fünûn'da çıktı. Bu mecmua, hayatının ikinci yirmi beş yılı içinde, şaşmadan ve usanmadan, amatörlerin tecrübe tahtası ve heveslerin tezgâhı olmaya devam etmiştir.
Sayfa 120 - Ötüken NeşriyatKitabı okuyor
Biz edebiyatçılar, münevverden evvel halkı tatmine çalışan gazeteciliğin bu kökten değişmesine ah değil, oh çekmeliyiz. Sahalarımız ayrıdır. Arada bir, bu sütunlarda, ikisini birbirine yaklaştırmak için yaptığımız gayretler yetişir. Bütün tarih boyunca olduğu gibi, bugün de, edebiyatın ve güzel san'atların seçkin bir zevk ve zekâ grubuna münhasır olmaları, onların sadece şerefidir. Müstesna bir estetik değeri olmayan pırlanta bile, gururunu, herkesin malı olmamaktan alıyor. Üzülme şairim. Her yüksek kalitenin ölçüsü azlıktır. Çokluğu Mithatpaşa Stadyumuna, yahut hamsi ve palamut satıcılarına bırak.
Reklam
Zavallı san'at, meydanları, yığınları, şöhreti ve serverleri fetheden spora ebedîlik ümidini de kaptıracaksa, Goethe'nin, ak saçından ve sakalından utanmadan genç bir kıza gönül veren Faust adındaki moruğunun bunaklık hezeyanlarını kim okur? Beethoven'in dokuzuncu kaynana zırıltısını kim dinler? Birkaç ruh sapığından başka! Öyle olsun. Fakat biz yine ah değil, oh çekeceğiz. Gerçek san'atçı, mümkün olduğu kadar çok sayıda insan kalabalığınca anlaşılmayı istemez değil. Fakat bu anlayışın temelli bir düşünceden, köklü ve derin bir zevk ve idrakten doğan tercih sebeplerine dayanması şartiyle. Yoksa bu tercih, bir maçta olduğu gibi, herhangi bir küfecinin, elinde kocaman bir ayva ile, ilk bakışta göreceği kaba bir farkın idrakinden doğacaksa, gerçek san'atçı, on meydan dolduran kuru kalabalığı beş altı seçme zevk ve idrâk sahibiyle seve seve değiştirir. Beş inciye, onları bulmak için kabukları açılan bir yığın istiridyeyi verirken alışverişinden memnundur.
Bizim harp edebiyatımız tamtakırdır. Sebebi meydanda: Şairlerimizden ve nâsirlerimizden hiç biri geçen büyük harpte cepheye gitmedi. Kimi hastaydı, kimi filân paşanın kanadı altındaydı, kimi de müecceldi. Bunlardan bir kısmını Çanakkale'ye seyirci sıfatiyle götürüp getirmişlerdi. Ecnebi gazetelerin harp muhabirleri kadar bile tehlike bölgesine sokulmayan bu üdebâ-yı kirâm hazerâtı, orada rejinin kodamanlara mahsus ekstra sigaralarını tüttüre tüttüre, kardeşlerinin gözbebeklerini düşman mermilerinin nasıl söndürdüğünü bir müddet seyrettiler ve bu manzaradan yorulunca, kafacıklarında ikişer, üçer makalelik sathî ve hafif bir intıba stokiyle İstanbul'a döndüler. Makaleler yazıldı, bitti; unutuldu, gitti. Bir tanesinin bile burnu kanamadığı için bu üdebanın arasında hiç değilse bir Dergelês veya bir Duhamel çıkmasını bekleyemezdik.
Türk okuyucusu, nükteyi, zarafeti, kadın güzelliğini, edep hudutlarını aşmayan cazibeleri arar. Fakat ciddidir. Kahkahasında bile ciddidir. Çünkü büyük dertleri olan bir memleketin okuyucusudur ve ölçü şuuruna sahiptir. Elime kalemi aldığım gündenberi Türk okuyucusu bana güven, gurur ve cesaret vermeğe devam etmiştir.
En hür Avrupa memleketlerinde bile müstehcene hürriyet verilmiyor. Bizde san'at hudutları çoktan ve çok aşıldı. En büyük gazetemizde, terbiyesi en kıt insanın bile ağzına almaktan utandığı kelimelerle dolu romanlar, çıplaklık tefrikaları çıktı. Adaletin müsamahasını kazandı, fakat okuyucunun geçici alâkasından başka hiçbir şey kazanmadı.
Reklam
"Mantıksız-mânâlı" ve "mantıksız-mânâsız" arasındaki farkın anlaşılmamasını istismar eden şarlatanların san'atkârlar arasına karışması yeni san'atların anarşisini doğurmuştur. Bu farkın yalnız halk tarafından anlaşılması değil, münekkid tarafından tâyini bile zor oluyor. Çünkü "mantık" doğru ile yanlışı ayıran umumî bir düşünce kanunudur, onun kaideleri herkes arasında müşterektir; fakat "mânâ" çok defa şahsîdir. Mizaçla, hususi intibalarla ve hiç kimsede aynı olmayan fikir tedaileriyle karışır. Bir şeyin hoşa gidip gitmemesi ona verdiğimiz hususî mânâya bağlıdır ve "gönül kimi severse güzel odur."
Biz kendimizde ve bizden sonrakilerde, bir memleketin edebiyatını dünya mizanındaki tecessüs ve tefekkürlere bağlayan alâkayı uyandıramazsak, bakışı burnunun ucuna yapışan bu tasasızlığı yıkamazsak, Avrupa'nın hazır doktrinlerine gözleri yumulu gönül bağlayan birkaç avare delikanlının Marx-Engels hulâsalarını ezber etmelerine de bir uyanıklık işareti imiş gibi bakarsak, beynelmilel edebiyat içindeki kıymetimiz dünkülerden pek farklı olmayacaktır.
Kullanış Türkçe'sini anlamayacak, liseyi bitirdiği halde "zaruret" kelimesinin ne mânâya geldiğini Güzel San'atlar Akademisinde hocaya soracak kadar günlük dilini bilmeyen bir neslin Fuzuli'den ve Bakî'den değil, Şinasi'den ve Namık Kemal'den de değil, Tevfik Fikret'ten ve Ahmed Haşim'den anlamasına imkân yoktu. Bu nesil Naima'yı nasıl okuyacak, hattâ Halid Ziya'dan ne mânâ çıkaracak da edebiyat tarihinin en yüksek nesir örneklerine göre bir edebî terbiye alacaktı? Onun tam ölçüde anlayabileceği Türkçe Karagöz gazetesinin muhaverelerinden ibaret kalmayacak mıydı? Bu zaruretin şuuruyla yapılan edebiyat programları kısırlaştı ve içinden çıkılmaz tezadlarla doldu.
Osmanlı şiirinin tarihini en tam ve toplu bir şekilde bir İngiliz âliminin yazmış olması Türk edebiyat tarihçileri hesabına ne kadar utanılacak bir hâdise ise, bu tarihi tercümeye başlayan ve 1943'te ilk fasikülünü yayınlayan İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Edebiyat Şubesinin tam on beş seneden beri ikinci tercüme işini bile tamamlayamaması Üniversitemiz hesabına o kadar büyük ayıptır. Edebiyatımıza karşı üstüne aldığı bir vazifeyi yarım bırakan İngiliz Edebiyat Şubesi, okuyuculara karı taahhüdünü de yerine getirmemiştir. Bu ihmalin ilmi ve ahlâkî mânâsı bizi acı düşüncelere sevketmektedir.
Reklam
Bugün, Edebiyat-ı Cedîdenin kibar sınıf romanının tepkisi olarak memleket bütünü istikametinden dışarı kayan ve romanı yine tek sınıf hayatına bağlamağa çalışan bir köy romanı lehinde propagandalar vardır. Bu propagandanın kimler tarafından yapıldığını ve hangi gafillerin bu tesirlere kapıldığını bazı gazetelerimizde ve dergilerimizde görmek, hakikî zekâ sahipleri için zahmetli değildir. Bu köy romanlarının hep köylüyü mazlum, kaymakamı ve ağayı zalim gösteren sistemli telkinlerine dikkat edilirse sosyal gerçekle alâkaları olmadığı ve gizli bir maksadın tesirinde veya emrinde olduğu anlaşılır. Her köylü melek olmadığı gibi her kaymakam da şeytan değildir. İnsan ruhunu ve karakterlerini bu kadar kaba şemalar içinde donduran bir cemiyet ve dünya anlayışının gerçekle ve roman san'atıyla alâkası pek azdır. Bu telkin propaganda edebiyatına girer ve hedefi edebî değil, siyasîdir. Memleket, hattâ dünya bütününü içine almağa doğru gitmesi lazım gelen edebiyatımızın dün İstanbul'un kibar sınıfına inhisar etmesi gibi, bugün de köylü sınıfına inhisar ettirilmek istenmesi, herkesin sosyal görüşü ne olursa olsun, edebiyata ve onun bütün insanı içine alan evrensellik prensibine, aykırıdır. Tek görüşlü sınıf edebiyatını devam ettirir.
Türk şiirinde ve Türk romanında da memleket ruhuna ve manzarasına çok bağlı eserlerle daha beşerî ve cihanşümûl bir kadro içinde kalanları ayırmak mümkündür; hele Edebiyat-ı Cedîdeden sonra, bilhassa büyük harpten sonra Türk şiirinde de, romanında da memleket ruhu çok galip görünüyor; o derece ki halk şiirlerinden ilham almamış genç bir şairimiz yok gibidir ve vak'ası tamamen, hiç değilse kısman Anadolu'da veya Trakya'da geçmeyen bir romanımıza pek az tesadüf edilir. Memleket ruhu bu mudur? Ayrı mesele. Fakat bu- günkü Türk muharrirlerine hâkim olan ruh budur. Genç Türk edebiyatı fena mânâsiyle kozmopolit olmaktan çıkalı hayli zaman vardır. Eğer edebiyatımızda memleket arayan bazı edebiyatçılarımız bunun farkında değillerse, bu, belki de yine Garp edebiyatiyle bizzat fazla meşgul olarak Türkiye'deki harp sonu neşriyatını takip etmedikleri içindir. Bu takdirde şikâyetlerinin mevzuu yine kendi nefisleri olmak lâzım gelir.
Memlekette sadece edebiyat isteyenlere göre edebiyat beynelmilel bir estetik çerçeve içinde kabul edilen bir mefhumdur ve bu telâkki edebiyatta memleket arayanların isteklerine asla mani olmaz. Öyle bir asırdayız ki milli ve beynelmilel temayüller aynı nisbette inkişaf ediyorlar ve aralarındaki antagenizme rağmen birbirlerini bozmağa değil, tamamlamağa doğru gidiyorlar. Milletlerin milli ayrılıkları nisbetinde birbirlerine karşı artan alâkaları ve tecessüsleri, her memlekette tercümenin sahasını ve ehemmiyetini çoğalttı. Bugün bizim yazılarımızda isimlerinin sık sık geçmesinden şikâyet edilen ecnebî müellifleri, hemen her memlekette zikredilen beynelmilel kadroya girmiş imzalardır. Hatta bir Marcel Proust, bizde, sadece makale arası ismi geçen muharrir olduğu halde, en nasyonalist memleketlerde, meselâ Almanya ve İtalya'da ona dair kitaplar neşrediliyor. Proust için böyle olduğu gibi Valery ve daha pek çokları için de başka türlü değildir. Beynelmilel alâka ve münasebetlerin millî temayüllerle çaprazlaşarak arttığı bir devirde bizim dünya fikriyatıyla temasımızı kesmemize veya azaltmamıza neden lüzum olsun?
"Milli"yi maddede değil mânâda arayalım. Karagözün milliliği ne ışgırlağında, ne pabucunda, ne son derece geri ve çocukça dekorunda, mizansenindedir. Karagöz'ün milliliği onu Nasreddin Hoca'ya, Pîşekâr'a ve Kavuklu'ya bağlayan aydınlık ve tatlı hicvinin bize sezdirdiği Türkvârî hayat ve varlık telâkkisindedir. Millî ve ebedî olan yalnız bu telâkkidir, yalnız bu mânâdır. İşgırlak, pabuç, saz semaîsi formu, şalvar, kubbe, yörük havası ve Memiş'in çubuğu hep tekâmüle tâbidir. Değişecektir ve değişiyor.
289 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.