Tomioka bile bu yenilmiş ve perişan Japonya'da kafasını suyun üzerinde tutup nefes almaya çalışarak yaşamak istemiyordu. Arada sırada doğanın onu çağıran sesini duyuyordu içinde bir yerlerde.
Japonya'daki durum, savaş yüzünden oradan oraya savrulmanın tedirginliğinden başka bir şey değildi. Buradaki durum ise insanın kemiklerine işleyen ve ruhunu değirmen gibi öğüten yalnızlıktan ibaretti.
Hem Kano hem kendisi, gerçekte aşk olmayan bir şeye âşık olmuşlardı. Japonya'da hissettikleri yoldaşlık duygusunu kaybetmişlerdi. Dalat'ın tepelerine ekilmiş Japon sedir ağaçlarına dönüşüyorlardı ve tıpkı onlar gibi çürümeye başlamışlardı.
Tomioka ağaçları gözlemlerken fark etmişti ki sadece soylarının geldiği topraklara sıkı sıkıya kök salabilen bitkiler gibi, insanlar da ait olmadıkları yere kök salamıyorlardı.
Yıldızların altında, Yukiko'nun gözlerinde gördüğü pırıltıyı unutamıyordu. Onunla tekrar konuşmak, gözlerindeki o yalnızlığı dağıtmak için sabırsızlanıyordu.
Belki de bunca yolu tek başına gelmek zorunda kalmak, Yukiko'nun yanında bir insanın sıcaklığını özlemesine neden olmuştu. Sanki cehenneme doğru yuvarlanıyormuş gibi bir yalnızlık duyuyordu.