Hayatın hakiki hukukuna baktım. Gördüm ki:
Hayatım Rabbânî bir mektuptur; kardeşlerim olan zîşuur mahlûkata kendini okutturur, Yaratanı bildirir bir mütalâagâhtır.
Ruhumuzun inşirah bulması, ayaklarımızın durduğumuz yerden kaymaması, kalbimizin sükûn ve sükûnetle kuşanması için, nice zamandır her nasılsa ihmal ettiğimiz bir büyük dostu, kâinatı hatırlamamız ve onunla yeniden kucaklaşmamız gerekiyor
...ilahi emirlerin ifasındaki her aksaklığın, O’nu tanıma ve sevme noktasındaki bir aksamayla ilgisi vardır.Aksaklığın tedavisi de, öncelikle marifetullah ve muhabbetullah noktasında bir inkişaf, uyanış ve tecdide bakmaktadır.
Said Nursî sevdiği şeylerin gidişine üzülüyor, zayıf mahluklara acıyor, sonsuzluk istiyor. Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da arzuluyor; o baharın yokluğa gitmemesini de arzuluyor. Yitip gidene özlem duyup, bırakıp geldiğine karşı gurbetlik hissediyor.
Bir değil, birden çok 'midem' olduğunu, yine Risale-i Nur'la anlıyorum. Said Nursî, hayvan gibi sadece yiyip içen, midesinin ihtiyacı peşinde gezip duran biri olmadığımın farkına vardırıyor beni. Meselâ onun beraberinde görüyorum ki, aslında 'hayat' da bir mide; beni dün kâinatla alâkadar kılıyor. Atom içi âlemlerden güneşin dönüşüne kadar her bir şeyle ilgili ve her birine muhtaç hale getiriyor. Yine hayat, midemin gıda istemesi gibi, gözümün, kulağımın, elimin ve tenimin de rızka olan ihtiyacını bana bildiriyor. O sayede anlıyorum ki, mide kadar göz de acıkır; mide gibi kulak da doymak ister. Said Nursî bu noktada, "Göz, kulak gibi bütün duyguların eller gibidir" diyor. O eller ile, etrafımdaki dünyadan güzel tatlar, güzel manzaralar, güzel melodiler devşirmeye çağırıyor.
Her bir insanın şu hakiki âlemden kendisine mahsus hayalî bir âlemi olduğu gibi herkes kendi meşrebine göre Kur'an'dan fehim ve iktibas ettiği, hâfızasında kendisine has bir Kur'an vardır ki onun ruhunu terbiye, kalbini tedavi eder.
Mesnevi-i Nuriye