"Evet! Birkaç günden beri saatim beni aldatıyor. Aldatıyor diyorum, âdeta benimle eğleniyor. Bazen yoracak kadar koşturur, bazen uzun izinler vererek, gemiyi kaçtırır. Yanlış saat, muhamekesi bozulmuş bir zihne benziyor!.."
İnsan, derin imgeler içinde kaybolup gittiği zaman, bütün sözcüklerin anlatamayacağı -ruha karşı şimşek gibi açıldığı anda biten- bir sonsuzluk gülümsemesi olmaya lâyık olmaz mı? Zavallı bellek!.. Günden güne yok olduğunu hissettiğimiz, vücut denilen şu toprak yığınının üzerinde durmadan yaşamaya çalışır durur. Hüzün verici bir bakışı yıllarca anımsar. Bir sözü, bir gülüşü yıllarca saklar. Çevresinden baş dönmesi verecek şekilde büyük bir hızla geçen bütün anı ve üzüntüleri hemen kaydetmeye çalışır. Bu dayanılmaz çalışma ile bütün gücü tükenince, bize umut veren gelecek biter. Yaşamımızın en yakın arkadaşı olan geçmiş, unutma denizi içinde mahvolur gider... O zaman ağır yaralı bir asker gibi, bizi mezarın kapısına bırakarak, işini terk eder.
Yazar, Türk Edebiyatının Tanzimat Dönemi yazarlarından. Sergüzeşt romanında Dilber karakterinin esir hayatını akıcı ve etkileyici bir üslupla kaleme almış. Yazar, eserinde dışlanmışlığı ince çizgisine kadar anlatmış. Kitabı okurken işleyişi gözlerinizde canlandırıp okuyacağınızı düşünüyorum. Çünkü yazar, betimleme konusunda epey başarı göstermiş. Henüz kitabı okumayan varsa okumanızı tavsiye ederim. Dilber’in esir hayatı sizi derinden etkileyecektir.
SergüzeştSamipaşazade Sezai · Altın Kitaplar Yayınevi · 201145,8bin okunma
İnsan, yaşamının hangi döneminde olursa olsun, annesine karşı her zaman çocuktur. Gerçekten mert bir yaratılışa sahip bir erkeğin ağlayışı kadar kadını etkileyecek bir şey düşünülemez... Özellikle o kadın anne olursa...
Her şeyi apaçık gören gözlerimiz, sır saklamaya gelince, bunu hiç beceremezler... Kalbimizin, kendisine emanet ettiği sırları, saf bir çocuk gevezeliğiyle, açığa vuruverirler.
Bence, en gerçek mutluluk, temiz bir ruhun aynası olan iki güzel söz; en büyük servet de iyi bir kalbin duygularını gösteren gül renginde dudaklardan yansıyan tatlı bir gülümsemedir.
Ağlamak uğradığımız felaketlere karşı vücudumuzda kalan son gücün bir feryadıdır. Ağlayamadığımız zamanlar bizde o iktidarın da yok olduğu zamanlardır ki onun yerine geçen etkili sessizlik, en şiddetli elem gözyaşlarından daha yakıcıdır.
Şimdi ne yapmalı? Cehennem ateşleri içinde kalan yaşama, sonuna dek katlanmalı mı?... Yaşamın anlamı kalmayınca, yaşamaktan tat alınır mı? Böyle bitkisel bir yaşamın tadı tuzu olur mu?...
İnsan, yaşamının hangi döneminde olursa olsun, annesine karşı her zaman çocuktur. Gerçekten mert bir yaratılışa sahip bir erkeğin ağlayışı kadar kadını etkileyecek bir şey düşünülemez... Özellikle o kadın anne olursa...
İnsan, derin imgeler içinde kaybolup gittiği zaman, bütün sözcüklerin anlatamayacağı -ruha karşı şimşek gibi açıldığı anda biten- bir sonsuzluk gülümsemesi olmaya lâyık olmaz mı? Zavallı bellek!... günden güne yok olduğunu hissettiğimiz, vücut denilen şu toprak yığınının üzerinde durmadan yaşamaya çalışır durur. Hüzün verici bir bakışı yıllarca anımsar. Bir sözü, bir gülüşü yıllarca saklar. Çevresinden baş dönmesi verecek şekilde büyük bir hızla geçen bütün anı ve üzüntüleri hemen kaydetmeye çalışır. Bu dayanılmaz çalışma ile bütün gücü tükenince, bize umut veren gelecek biter. Yaşamımızın en yakın arkadaşı olan geçmiş, unutma denizi içinde mahvolur gider... o zaman, ağır yaralı bir asker gibi, bizi mezarın kapısında bırakarak, işini terk eder.
Yaşamımız son dakikalara, felâketimiz son derecelere yaklaştığı zaman, umulmadık anî bir teselli, Tanrı'nın gönderdiği yardım, çoğu zaman kırık kalplerimizi onarır.