—Yok bey yok! Ben sizin evlenmemenizin sebebini sordum. Ben şu sebebi bilmez değilim. Lakin makul bir sebep olmadığından çürütmek için soruyorum. Sizin bir karınız var imiş. Severmişsiniz. Ölmüş. İşte evlenmemenizin sebebi bu değil mi? Lakin bak beyim: Siz o karı ile beraber yaşadığınız ömrü mü? Yoksa şimdiki ömrü mü tercih edersiniz?
—Ah! Onun ile yaşadığım ömür!..... Şimdi bana cihan zindandır. Ben şimdiki ömrü istemem ama kendime kıyamıyorum.
—Ey. Şimdi evlenir isen o eski saadetin avdet edecektir (geri dönecektir). Yine ömründen hoşnut olacaksın. Bu meyusluktan (ümitsizlikten) kurtulacaksın. Değil mi? Birinci karını sevdiğin gibi öbürünü dahi seveceksin.
—Ah!.... Bundan sonra ben karı sevmek!.... Başkasını sevmek! Benim sebebimden zavallı on beş senedir ki gençliğini bırakıp toprak altına girdi!... O toprak altında yatsın da ben başkasını seveyim!.... Yok yok. Bana rahat haram olsun! Bana düğün yakışmaz. Benim matem tutacak. Ağlayacak vaktimdir. Diyerek elini gözlerinin önüne koyarak düşünmeye dalar.
—Bey'im vazgeç bu efkârdan. Ağlamadan ne çıkar? Zannedersin ki senin bu türlü hareketinden o merhumenin ruhu hoşlansın? Bey'im ölülere rahmet dirilere rahat lazım. Senin gençliğine yazık! Gel seni evlendirelim...
İşte Ali Bey bu türlü düşünerek içini çekerek hiç bir azasını kımıldatmaksızın durur. Tabiatın manzarası ise değişmeye başlar. Yıldızlar -yağı kalmamış veyahut fitili tükenmiş kandiller gibiyavaş yavaş gözden kaybolurlar.
Nerede kaldı ki aşk oklavasıyla açılmış bir yufkaya müşabih olan (benzeyen) Fitnat Hanım’ın nazik gönlü maşukuna (sevdiğine) o kadar müşabih (benzeyen ve belki aynısı olan) ve o kadar güzel ve o kadar nazik olan kız kardeşini sevmeyecek!....