Tanrı aşkı ile dopdolu olan kalp, Tanrı'ya dair temiz bilgilerle kuşandıkça günden güne daha naif ve zarif bir hâle geliyor; zamanının tüm kızlarından farklı olduğunu yeniden ve yeniden dost düşman, seven kıskanan herkese ispat ediyordu.
"İşte!.." demişti. "Adağım olan kızımı hizmet edeceği Beyt-i Makdis'e getirdim."
Herkes mabet için mumlar adar veya bağış sandığına altın gümüş bırakırken, Hanne sahip olduğu yegâne varlığı; canından can, kanından kan olan yavrusunu sunmuştu mabede. Bu adayışta nice niyazlardan sonra ömrünün ahir deminde kendisine lütfedilen oğlunu Rabbe kurban etmeye azmeden İbrahim Peygamber'inkine benzer bir teslimiyet vardı. Fedakârlığının azametiyle titremeye başlayınca tutması için bebeğini Zekeriyya'ya uzatmıştı. İmran'ın Hanne'ya emaneti olan can, bir peygamberin kollarındaydı artık. Hanne ayrılık vaktinin geldiğini iyiden iyiye hissetmiş ve son bir kez bebeğini izlerken Beyt-i Makdis'in merdivenlerine yığılıp kalakalmıştı nefessiz. Yaşlı ve yorgun teni taşların üzerindeydi gayrı. Oysa ruhu Rabbin semasında kuşlar kadar özgür ve huzurluydu.
Derttaş olabileceği bir yürek arıyordu... Onun bu hâlinde kendisinden bir şeyler mi bulmuştu? Dizlerinin bağı çözülecek sandı. Sahi!.. Kendisi de bilmediği şeylere talipti. Evvelce tatmadığını tatmak, hissetmediğini hissetmek istiyordu.