Konforsuz hayatımız, -her şeyimiz ya karyolalarımızın altında, ya başlarımızın üstündeki raflarda idi -yalnızlık beni kitaba atmıştı. Mektepten çıkar çıkmaz yatağıma uzanır yeni tanıdığım Dostoievsky ile, Erzurum'a kadar cebimde getirdiğim Baudelaire'i, İstanbul'dan bin güçlükle getirttiğim kitapları okurdum. Fakat asıl okuduğum bu ikisi idi. Fransız şâirinin Darülfunun'da iken cazibesine kapılmıştım. Dostoievsky'yi ise yeni yeni tadıyordum. Muazzam bir şeydi bu. Her an dünyam değişiyordu. İnsan ızdırabıyla temasın sıcaklığı her sahifede sanki kabuğumu çatlatacak şekilde beni genişletiyordu. Düşüncem adetâ birkaç gece içinde boy atan o mucizeli nebatlara benziyordu.
Cildden cilde atladıkça ufkum başkalaşıyor, insanlığa ve hakikatlerine kavuştuğumu sanıyordum.
Ne kadar mustarip olursanız olun, güneş bu ıstırabın arasında er geç bir çatlak buluyor, oradan altın bir ejder gibi kayıyor. Sizi iç mahzeninizden çıkarıyor, bir yığın imkânı bir masal gibi anlatıyor. "Sanki, bana inan, ben her mucizenin kaynağıyım, her şey elimden gelir; toprağı altın yaparım.
Ölüleri saçlarından tutup silker, uykularından uyandırırım.
Düşünceleri bal gibi eritir, kendi cevherime benzetirim.
Ben hayatın efendisiyim.
Bulunduğum yerde yeis ve hüzün olamaz.
Ben, şarabın neşesi ve balın tadıyım" diyordu.