Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Bir de 98 yılında ASKON kurulduğunu hatırlatmak gerekir:
Özel sektörün önde gelen üyelerinden birisi 1970'lerin ortasındaki durumu şöyle özetlemiştir: "Herkes, Türkiye'deki özel sektörün düşünüldüğü kadar nüfuzlu ve etkili bir baskı grubu olmadığını anlamalıdır. Özel sektör heterojendir; sektör içi kıskançlıklar yaygındır. İyi örgütlenmemiştir. İstanbul ile Anadolu arasındaki rekabet devam etmektedir. Büyük sana­yiciler ile küçük sanayicilerin çıkarları çelişki halindedir. Bazı Sanayi Odaları, Türk Sanayici ve İşadamları Derneği'nin (TÜ­SİAD) sadece büyük sanayicilerin kulübü olduğunu düşüne­rek bu derneğe iyi gözle bakmaz. Sanayi ve Ticaret Odaları arasında yakın bir işbirliği yoktur. İşverenlerin sadece üçte biri [Türkiye İşveren Dernekleri] Konfederasyonu içinde örgütlen­miştir." Görülüyor ki, 1970'lere kadar olan geç bir dönemde bile Osmanlı geleneğinin kalıntıları -her şeye kadir devlet kar­şısında iyi örgütlenememiş bir çevre olgusu- sürüp gitmiştir.
Tek parti dö­neminde, özel sektörün siyasal kararlara etki yapabilecek bir konuma gelmesine bilinçli olarak izin verilmedi. İş ve ticaret çevrelerinin, ithalat kotası, kredi, yatırım ve altyapı gibi alan­larda hükümet politikaları ve kaynaklarına olan bağımlılıkları çok partili hayata geçişten sonra da devam etti. Hükümetler bu gruplar tarafından kurulan muhtelif örgütleri yakından de­netlediler.
Reklam
Osmanlı Imparatorluğu'nun kapitalistleşememe sebebi aslında:
Osmanlı İmparatorluğu'ndaki bürokratik seçkinler, girişim­ci grupları desteklemekten kaçınmakla kalmayıp, aslında ka­sıtlı olarak onların gelişimlerini de kösteklemişlerdir. İsrafat kanunu (sumptuary legislation) iktisadi gücün kullanımına öyle bir kısıtlama getirmişti ki servet sahibi olmak muhakkak bu servetin istendiği gibi harcanabileceği anlamına gelmiyordu.19 Dahası, bürokratik seçkinlerin gözünde girişimci grupların saygınlığı hemen hiç yoktu. Resmi belgelerde tüccarlar için kullanılan ve erken dönemde küçültücü anlama gelmeyen bezirgan ve madrabaz gibi deyimler, sonradan "vurguncu" ve "düzenbaz" anlamlarını kazandılar. On dokuzuncu yüzyılda girişimci grupların giderek daha çok Levantenlerden -ticaret ve zanaat ile uğraşan azınlıklardan- oluşması zaten itibarı zayıf temeller üzerine kurulmuş olan bu toplumsal katmanın daha saygın bir konuma gelmesine yardımcı olmadı. On dokuzun­cu yüzyıl boyunca girişimci gruplar, özerk ekonomik gücü ve normları ve dolayısıyla siyasal gücü olan bir sınıfa dönüşemedi. Girişimci ve yapıcı olmaktan daha çok fırsatçı olarak kaldılar.
Misal Avrupa 17.yy da iktisatçı yetiştiriyordu:
Osmanlı'da merkanti­lizm geleneği yoktu. O kadar ki, ikinci kuşak Tanzimatçılar arasında, "iktisadi meseleler hakkında belirgin bir bilgiye, an­layışa ya da ciddi bir alakaya sahip" üst düzey bürokratın nere­deyse hiç bulunmadığı ileri sürülebilmiştir.
Batı'da kentliler kendi imkanları ile kapitalist sınıfa dönüşürken, Osmanlı-Türk toplumunda orta sınıflar si­yasal sistemin kolayca dışlayabileceği bir konumda kalmıştır. Daha sonraları, bu sınıflar devlet eliyle gelişen bir gruba dönüş­tüler. Bu yüzden sermaye bakımından zayıf ve dolayısıyla dev­lete bağımlı kaldılar.
Özaktaş'ın 1981'de göz­lemlediği gibi, "Neredeyse son otuz yıl boyunca sivil bürokrasi kendisine iyi gözle bakmayan siyasal iktidarlar ile çalışmak zo­runda kaldı. .. Gene de hiçbir zaman alışılmış yavaş temposu­nu ve rutinini değiştirmedi ve uygulamada iktidarların politi­kalarını çarpıtmaya ve yavaşlatmaya devam etti." Özellikle 1970'li yıllarda memurların bu gibi olumsuz davranışları en üst düzeye çıktı.
Reklam
Atatürk Sonrası Bürokratik Entelijansiya
Türkiye'de Atatürk sonrası bürokratik entelijansiya, fikir alışverişi sonucunda şekillenecek bir kamu yararı kavramına sahip değildi. 1960'ların başlarında önerileri hükümet tarafından aynen kabul edilmediği için Devlet Planlama Teşkilatının uzman kadrosu istifa etti. Söz konusu entelijansiya, bırakınız bir sınıfın, çoğunluğun çıkarları ile özdeşleştirilen bir kamu çıkarı kavramına dahi karşı idi. Ekonomik grupların kişisel çıkarları hemen "bencillik" olarak yaftalanıyordu. Bunun nedeni, bürokratik entelijansiyanın belirli norm ve değerler ile özdeşleştirilmiş bir kamu çıkarı kavramını benimsemiş olmaları idi.
Sayfa 148
1973 yılı ve son­rasında koalisyon hükümetleri iktidara geldiler ve Cumhuri­yet tarihinde hiç görülmemiş biçimde memurların yerlerini değiştirdiler. Dolayısıyla, 1973 yılı Türkiye'de sivil bürokratik seçkinlerin siyasal hayatta oynadıkları etkin rolün sonunun başlangıcıdır. Siyasal seçkinlerin bu hareket tarzına karşı orta­ya çıkan bürokratik tepkiye Niyazi Berkes değinmiştir. Berkes'e göre, Türkiye'de bürokratik entelijansiya belirli dogmatik for­müllere bağlı kalmış ve değişen şartları göz önünde tutarak fikirlerinde bir değişiklik yapma yolunu seçmemiştir; yeni şart­lara gözlerini kapayarak katı fikirlerinin erdemleri konusunda ısrar etmişler ya da keskin bir dönüş yaparak oportünist bir yol izlemişlerdir.
Hükümet-Danıştay çatışmalarına geçmişten örnek:
1960'ların sonlarında Danıştayın da hükümete karşıt bir güç oluşturmuş olduğu söylenebilir. 1965'ten 1971'e kadar bu yüksek mahkeme, memurların atamaları ile ilgili 1400 hükü­met kararnamesini iptal etmiştir. Hükümetler bu kararlardan kırkına uymuş, diğer vakalarda ise söz konusu memurlara taz­minat ödenmiştir.
1960'lar ayrıca bürokratik entelijansiyanın Türkiye'de dev­let kapitalizmi fikrini destekledikleri dönemdi. Çünkü o yıllar­ da, siyasette devam ettirmeye çalıştıkları etkin rolleri için yeni tür bir meşrulaştırma arayışı içinde idiler. Karpat, durumu şöy­ le özetlemiştir: "Günümüzde yeni bir [siyasal] tabaka ile karşı karşıyayız; [bu tabaka] halk desteğini arkasına alarak siyasal güce sahip oldu. İktidarın kökleri kitlelerdir, fa kat iktidarın iyi tanımlanmış bir siyasal felsefesi yoktur. Devletçi [bürokratik] seçkinlerin saldırıları karşısında ideolojik olarak hemen hemen güçsüzdür."
Reklam
C. H. Dodd ve Dankwart A. Rustow şu görüşleri ileri sürmüşlerdi: "Eğer 1960 devriminin gerçekten Kemalist merkezin kendi hegemonyasını yeniden tesis girişimi olduğu görüşü kabul edilirse, 1961 Ana­ yasası'nın neden bu kadar liberal olduğunu anlamak zorlaşır"; "İç politikası açısından ... Türkiye'nin durumu karmaşık ve bazı açılardan paradoksaldır ... Demokrasiye geçiş kararı 1940'larda alındığından beri ciddi olarak sorgulanmamıştır. Gene de, son yirmi yıl içerisinde siyasette iki ayrı askeri müdahale dönemi yaşanmıştır."
Türkiye'deki ordu-sivil ilişkileri:
1970'lerde Latin Amerika'nın siyasal hayatı için ana mo­del, üst düzey teknokratları içeren, bir ordu-sivil koalisyonu biçimindeki "bürokratik otoriteryanizm' ' şeklinde ortaya çıkmıştır. Orta Doğu' da da ordu siyasete karışmış ve pek çok durumda ordunun "en temel misyonu . . . belirli bir rejimi ikti­ darda tutmak [olmuştur]." Türkiye'de ise, devlet ile özdeşleş­mesi ve rejimin vasisi rolünü benimsemesi sonucunda ordu, hiçbir siyasal partiye destek vermemiştir. Türk ordusu, her zaman tarafsız kalmıştır. ki, bu gelenek Atatürk tarafından da desteklenmiştir.
TSK:
Atatürk sonrası dönemde devletin bir diğer, hatta daha hararetli savunucusu idi. Daha önce de belirtildiği gibi, 1923'ten sonra ordu kendisini, hem Cumhuriyet devleti hem de Atatürk'ün reforrmları ile başka kurumlar ile karşılaştırılamayacak derecede özdeşleştirmişti. Türk Silahlı Kuvvetleri, kendisine kanun ile yüklenen Türkiye Cumhuriyeti'ni hem iç hem de dış düşmanlara karşı koruma ve Cumhuriyet ile gelen kazanımları teminat alma görevini üstlenince bu rolünü gide­rek kurumsallaştırdı.
1960'lar boyunca bürokratik seçkinler, Cumhuriyet Halk Partisi'ni, "toplumsal ve ekonomik konularda Atatürk'ün görüşlerine iha­net ettiği" için eleştirmişlerdir. Böylesi bir toplumsallaşmanın en dramatik görünümü ordu saflarında görülmüştür. İnatla demokratik rejimi ortadan kaldırmayı amaçlayan 1963 yılının Mayıs'ındaki ikinci darbe girişimlerinin başarısızlığından son­ra Binbaşı Fethi Gürcan'ın son sözü, "Şimdi öleceğim, fakat ölümümle Atatürk'ün fikirleri daha da değerlenecektir" ol­muştu.
Şimdi ise durum tam tersi memurlar milletvekili olmak için çabalıyor:
Lewis V. Thomas ve Richard N. Frye, devletin me­murlarına nasıl baktığını şöyle özetlemişlerdir: "Bir aile veya birey için, ne kadar mütevazı olursa olsun yönetici statüsünden ne kadar varlıklı olursa olsun köylü statüsüne düşmek bir fela­ ketti ve bunu engellemek için mümkün olan bütün önlemler alınırdı. Bu durum, Türkiye Cumhuriyeti'ndeki memurlara yapılan ödemelerin büyüklüğünü bir ölçüde açıklar. Devlet, yönetici grubu oluşturan ailelere ellerinden geleni sağlamaya çabalamaktadır." Bu şartlar altında, 1920'lerden itibaren mil­letvekillerinin, hakim, savcı, vali, kaymakam, hatta devlet ikti­sadi kurumlarının yerel yöneticileri olmak için istifa etmeleri şaşırtıcı değildir. Takip eden yirmi yıl boyunca sivil bürokrasi­ nin prestiji daha da artmıştır.
146 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.