Türkiye’nin ilk kadın sinema oyuncusu, ilk kadın yönetmeni, yürüdüğü yollara bile hayran olunan, paşa torunu, aşkları, evlilikleri, anneliğiyle birlikte emeği, güzelliği, zekası ve yeteneğiyle de döneminde zirvede ama ölümü bir gazete haberinde yapayalnız öldü başlığıyla duyurulan Cahide Sonku.
“Mitolojik bir karakter değilse, yani ölümlüyse, bir insan bu kadar büyük bir ağırlığı taşıyabilir mi? Ve tabii, taşırsa ne hale gelir?” diyor kitapta tam da öyle. Müthiş bir var olma ve kederli bir yok oluşun hikâyesini okuyoruz bu kez Osman Balcıgil’in kaleminden. Roman bize dönemin sanat hayatını, sanatçılarını, siyasi havasını, toplumun sanata ve sanatçıya ilgisini arka plana alarak milyonların Cahide’si iken aldığı yanlış kararlar, kurduğu duygusal ilişkilerin yıkımı ve işinde peş peşe yaşadığı talihsizlikler yüzünden bir kaçış olarak görüp yavaş yavaş sığındığı alkole bağımlı olup herkesten ve her şeyden saklanmasına ve hatta bu yüzden tek çocuğuyla bağının kopmasına, müthiş bir zenginlikten korkunç bir yoksulluğa düşmesine giden süreci anlatıyor. Cahide kolay gelmiyor Cahide olduğu yere ama zor da olmuyor düşüşü.
Bütün hayatını ve emeğini oyunculuğa ve sanata adamış bir primadonna imiş Cahide, olmasaydı sonu böyle.
Biyografi romanlarını hep çok sevmişimdir. Türk Edebiyatında bu türde yazılanlardan okuyup da beğenmediğim hiç olmamıştır çünkü zaten anlatılan hayatlar masal gibi. Afife Jale’nin de hikâyesi öyle. Nasıl başladı nasıl bitti okurken anlamadığım bu heyecanlı ve kederli hayatı kendisi 39 sene yaşadıktan sonra bir hastanede öylece kimsesiz, sessiz, hep korktuğu gibi yük olmadan arkasında bırakmış gitmiş.
Osman Balcıgil bu kez Afife’nin Jale ismini de almadan önceki hayatına götürüp onun daha çocuk yaşta başlayan tiyatro sevdasına bizi de sürüklüyor. Sahneye çıkan ilk Müslüman kadın Afife’nin Jale olana kadar ve olduktan sonra yaşadıklarını okurken yer yer kendinizi yerine koyuyorsunuz çünkü kadın başına olmanın ne demek olduğunu aslında çok iyi biliyorsunuz.
Afife bir de korkunç bir baş ağrısı ile uğraşmış vefat edene kadar ve bu ağrılar morfinman olacak kadar dayanılmazmış ve yine bu ağrılar Afife’yi korkunç bir insan ile karşılaştırmış.
Sevmiş de Afife sevilmiş de. Mesela Bir Bahar Akşamı Rastladım Size şarkısı ki muhteşemdir Selahattin Pınar’ın Afife’ye aşk ilânı.
39 sene ve hep mücadele. Hayatının son yıllarında unutulmaktan ve vefasızlıktan kırgın Afife Jale şimdi adına ödül verildiğini, 8 Mart için reklam kahramanı olduğunu bilse ne hissederdi acaba?
“Kimimiz biraz daha fazla, kimimiz biraz daha az olabilir ama hepimiz, daha iyi bir ülkenin hayalini kuruyor, bu yolda çaba gösteriyorduk.” diyor Sumru kitabın bir bölümünde kendi gençliğine ve 68 Kuşağı’na işaret ederek.
Avuçlarımda Hâlâ Sıcaklığın Var, Lale, Sumru, Fuat, Talip isimli dört gencin gözünden 68 Kuşağı’nı ve 12 Mart Muhtırası’na giden süreci anlatıyor bize. Osman Balcıgil Hayat, Oyun, Savaş, Ölüm başlıklı dört bölümden oluşan bu kitabında müzikten sinemaya, tiyatrodan edebiyata, bürokratlardan siyasilere bir dönemi anlatabilecek ne varsa hepsinden faydalanmış ve yine gerçeği kurguyla birleştirerek bize müthiş bir dönem kitabı sunmuş.
Yazarın Son Söz’de de söylediği gibi “Kendi çocuklarının kanıyla beslenen bir ülkeyiz, vesselam,”
Bir dönem kitabı Güz Sancısı. Çoğu zaman ülke tarihimizin kara lekesi diye anılan 6-7 Eylül olaylarına giden süreci bize çok basit bir şekilde gündelik hayatın içinden anlatan Yılmaz Karakoyunlu kitap boyunca bizi İstanbul’da yaşayan bir grup farklı milletten ve inançtan insanın birbiriyle olan ilişkilerine, geçmişlerine, gelecek umutlarına,
Derman ❄️
Bu sahnede Mürvet Ebe ya da köylülerin kendisine seslendiği lakabıyla Derman, kardan kapanan yollar yüzünden mahsur kaldığı köyde tek göz odalı bir evin 2 çocuğu, hamile gelini, oğlu ve babasıyla günleri geçirmekteyken elinde daha sonraki sahnelerden birinde çizgi roman olduğunu anladığımız bir kitap okuyor.
1983 tarihli film zaten bir öyküden uyarlama. Osman Şahin’in film öyküsü olarak yazdığı Derman’ı Ahmet Soner senaryolaştırmış, Şerif Gören yönetmenliğini yapmış, Hülya Koçyiğit, Tarık Akan, Nur Sürer ve Talat Bulut da oyunculuklarıyla döktürmüş.
Her zaman her şartta okumak ya da okumayı düşünmek ne güzel bir umuttur, değil mi?
Inglourious Basterds 🥇
Bu sahnede Shosanna Dreyfus bir elinde Leslie Charteris’in Le Saint à New York kitabı, 📖 bir elinde sigarası, 🚬 önünde içeceği 🍷ile köşesine çekilmiş her şeyden ve herkesten uzak, başına gelenler gelmiş ve daha geleceklerden de habersiz, umarsız bir anın -benim şahsen yaşamak istediğim bir an- karesiyle ölümsüzleşiyor. ♾️
Sahneyi her izlediğimde insanın bazen başından geçen travma ve dramlara, yaşadığı acı ve kayıplara, hissettiği keder ve korkulara rağmen avuntuyu okumakta, kitaplarda, bir kitabın sayfalarını karıştırmakta, bir satırın altını çizmekte, bir kitap rafına göz atmakta bulabileceğini ve bunların da kendisine çok iyi gelebileceğini düşünürüm belki de gelmez bilemiyorum ama her şartta ve her zaman okumayı aklının bir köşesinde tutmak, buna fırsat yaratmaya çalışmak tutunulacak bir umut, değil midir?