Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
... 1381 isyanının sözcüsü John Ball'ın da belirttiği gibi : " Adem çapa sallar ve Havva kumaş dokurken kim soyluydu? "
Eşitlik kavramını kilise babalan Cicero ve Senaca'dan almışlardı. Ortaçağın başlarında Büyük Gregory yaklaşan çağ için şöyle demişti: Omnes namque homines natura aequales sumus [Biz insanlar doğamız gereği eşitiz]. Bu söz bir sürü ağız tarafından tekrarlanmış olsa bile fiili bir toplumsal anlama kavuşmamıştır. Sadece bir ahlak yargısı olarak kalmıştır, hepsi o kadar. Ortaçağ insanın gözünde bu yargının anlamı ölümün yaklaşan eşitliğiydi ve bu dünyadaki eşitsizlikler için bir teselli olmaktan uzaktı; olsa olsa bu dünyadaki aldatıcı bir eşitlik ümidi olabilirdi. Ortaçağda eşitlik düşüncesi Latince memento mori [öleceğini hatırla) deyişine çok yakındır.
Reklam
Ortaçağın sonuna doğru feodal ve hiyerarşik kibir henüz şiddetinden hiçbir şey kaybetmemişti; ihtişam ve gösteriş arzusu eskisi kadar canlıydı. Bu ilkel kibir şimdi giderek palazlanan açgözlülük günahıyla birleşmiş ve bu ikisinin karışımı ortaçağın kapanışına, bir daha hiç rastlanmayacak azgınlıkta bir hırs havası vermiştir.
İnsanlar efendisinin veya fırkasının yolunda kör bir tutkuyla giderken, ortaçağa özgü sarsılmaz adalet duygusu da ifadesini bulmaya çalışıyordu. O çağda insanlar doğrunun kesinkes değişmez ve belli olduğuna inanıyorlardı. Adalet, haksızları her yerde ve sonuna kadar yargılamalıydı. Telafi ve ceza uç noktalarda olmalı ve intikam niteliği taşımalıydı. Temelde pagan karakterde olan bu abartılı adalet ihtiyacı, ilkel barbarlığın Hıristiyan toplum anlayışıyla harmanlanmıştı. Bir yandan kilise itidal ve merhameti telkin ederek bu yolla adli örfleri yumuşatmaya çalışırken; diğer yandan, bu ilkel cezalandırma ihtiyacına günahın dehşeti de eklenince bir ölçüde adalet duygusu kamçılanmış oldu. Tepkisel ve şiddete eğilimli kişiler açısından günah, çoğu zaman düşmanlarının yaptığı şeyin bir başka adıydı. Barbarca dişe diş kana kan anlayışı fanatizmle pekiştirilmişti. Kemikleşmiş güvensizlik hali devlet yetkililerinin en şiddetli eylemlere imza atmasına olanak tanıyordu; suç kavramı düzen ve toplum için bir tehlike olduğu kadar Tann'nın yüceliğine karşı bir hakaret olarak da algılamr hale gelmişti. Böylece ortaçağın sonu tam bir adli zulüm dönemine dönüştü. Suçlunun cezasını hak ettiğinden bir an bile kuşku duyulmadı. Halkın adalet duygusu her zaman en ağır cezalan bile onayladı. Zaman zaman yargıçlar bazen haydutluğa, bazen büyücülüğe, bazen de oğlancılığa karşı ağır cezalar verilmesi yönünde düzenli kampanyalar yürütüyorlardı.
Şimdi bütün dönemlerin tarihsel kayıtlarına baktığımızda mutluluktan çok talihsizliğin izlerini görüyoruz. Büyük kötülükler tarihin temelini oluşturuyor. Kabaca konuşacak olursak, bütün felaketlere rağmen mutluluk oranının bir dönemden diğerine pek değişmediğini, elimizde fazla delil olmasa bile kabul etmeye eğilimliyiz herhalde. Ancak romantizm çağında olduğu gibi, on beşinci yüzyılda da dünyayı ve hayatı açıkça övmek kötü karşılanırdı. Sadece acıları ve sefaleti görmek, her yerde yozlaşmanın ve yaklaşan sonun işaretlerini bulmak, kısaca yaşanılan çağı kınamak veya hakir görmek moda haline gelmişti.
"Kırsal yaşam düşü, bir edebî tür olmanın biraz ötesinde hayatın kendisini ıslah etme ihtiyacıdır. Söz konusu olan sadece masum ve doğal zevkleriyle çobanların hayatını tasvir etmek değil, gerçekte olmasa bile en azından güzel bir oyunun yanılsamasını taklit etmektir. "
Reklam
Reform hareketi azizler kültüne saldırdı ve tartışma alanının her yerinde hatırı sayılır bir dirençle karşılaştı. Protestan ülkelerde zeminini olduğu gibi koruyan büyücülüğe, şeytana ve cinlere duyulan inançla güçlü bir tezat teşkil edecek şekilde, gerek ruhbanlar gerekse sıradan insanlar arasında azizler kendiliğinden gözden düşmüştür. Bunun muhtemel nedeni azizlerle ilgili neredeyse her şeyin caput mortuum [değersiz bir kalıntı] haline gelmiş olmasıdır. İman, kendini imgeler, efsaneler ve ayinler içinde tüketmiştir. Bütün içeriği öylesine eksiksiz ifade edilmiştir ki, artık mistik huşudan eser kalmamıştır. Azizler kültünün kökleri artık hayal edilemeyenin alanı içinde değildir. Oysa bu alanda şeytan ve cinlerle uğraşan ilmin kökleri eskisinden daha güçlü olarak duruyordu.
Sayfa 204Kitabı okudu
Azizler mevcut dinin o kadar gerçek ve bilindik karakterleri olmuşlardı ki bütün yüzeysel dini dürtülerle bağlantılı hale geldiler. Esaslı adanmışlık veya iman hala İsa'yı ve annesini merkeze alırken, bir saf inanç ve hayaller yığını da azizlerin etrafında kümelenmişti. Her şey onları bilindik ve canlı kılmaya katkıda bulunuyordu. Azizler aynen halk gibi giyinmişlerdi. Her gün "Efendi" Aziz Roch'a ve "Messire" Aziz James'e vebalı hasta veya hacı suretinde rastlamak mümkündü. Rönesansa kadar azizlerin kıyafeti daima zamanın modasını takip etmiştir. Ancak ondan sonra, Hıristiyan sanatı azizleri klasik kıyafetlere büründürerek popüler tahayyülden kopartmış ve onları kitlelerin fantezilerinin artık doktrinini saflığına zarar vermeyeceği yüksek bir mertebeye yerleştirmiştir.
Sayfa 192Kitabı okudu
Azizlerin özellikle cismani kavranışı, kilise tarafından izin verilmekle kalmayıp dinin bütünleyici bir parçasını oluşturan kutsal emanetlere saygıyla da vurgulanmıştır. Maddi şeylere bu dindarca bağlılık kaçınılmaz olarak azizlerin hayatıyla ilgili edebi eserleri kaba ve ilkel fikirlerle doldurup şaşırtıcı uç noktalara savurmuştur. Kutsal emanetler söz konusu olduğunda, ortaçağın derin ve dosdoğru inancı, kutsal şeyleri sıradanlaştırmak suretiyle dünyevileştirmekten ve gerçeklerin anlaşılmasından asla korkmamıştır. On beşinci yüzyılın ruhu Umbrialı köylülerin ruhundan pek farklı değildi. Zikrettiğimiz köylüler 1000 yılı dolaylarında kemiklerinin gerçekten değerli olup olmadığını öğrenmek için münzevi Aziz Romuald'ı öldürmek istemişlerdi. Keza aynı duygularla hareket eden Fossanuova manastırı keşişleri kendi manastırlarında ölmüş Aziz Thomas Aquinas'ın kutsal kalıntılarını kaybetme korkusuyla kafasını kesmekten ve bedenini haşlayıp muhazafa etmekten çekinmemişlerdi. 1231'de Macaristanlı Azize Elizabeth'in gömülmesi sırasında bir sofu kalabağı gelip onun yüzünü örten çamaşırı kesmiş veya yırtmışlar ve saçlarını, tırnaklarını, hatta göğüs uçlarını kesmişlerdi. 1392'de Fransa kralı VI. Charles bir dini bayramda atası Aziz Louis'nin kaburga kemiklerini dağıtmıştır: Pierre d'Ailly ile amcaları Berry ve Burgonya düklerine birer tam kaburga ve yüksek kilise mensuplarına da paylaşsınlar diye bir kemik vermiş, ki ruhbanlarda yemekten sonra bu paylaşım işine girişmiştir.
Sayfa 193Kitabı okudu
Henry Suso gibi ulu bir mistik örneğinde bile, günlük hayatın her eylemini kutsallaştırma hevesi bize göre saçmalığa varmaktadır. Suso dünyevi aşk adetlerini takip edip, nişanlısı Ebedi Bilgeliğe bir taç ve şarkı takdim ederek yeni yılı ve bahar bayramını kutlarken veya Bakire Meryem'e hürmetinden ötürü bütün kadınlara saygı gösterip dilenci bir kadına yol vermek için çamurda yürürken ulu bir şahsiyettir. Ama sonra ne oluyor dersiniz? Masada Teslis adına bir elmanın dörtte üçünü yiyor ve kalan çeyreği de "semavi annesinin narin oğlu İsa'ya sevgiyle verdiği elmanın" hatırına yiyor; bu nedenle küçük çocukların elmanın kabuğunu soyarak yemesi gibi o da elmanın son çeyreğini kabuğunu soyarak yiyor. Noelden sonra elma yemez, çünkü o zaman minik İsa elma yiyemeyecek kadar küçüktü. İsa'nın beş yarasından dolayı içeceğini beş yudumda içiyor, ama kan ve su İsa'nın yan tarafından aktığı için son yudumu iki kez alıyor. Aslında Suso'nun bu hareketleri hayatı kutsamayı uç noktalara vardırmaktadır.
Sayfa 176Kitabı okudu
Reklam
Ortaçağda hissedilen aşın ölüm korkusunu hiçbir şey o dönemde yaygın olan bir inanıştan daha açık ifade edemez. Bu inanışa göre, Lazarus yeniden dirildikten sonra, ölümün kapısından tekrar geçmesi gerektiğini düşünerek bitimsiz bir ıstırap ve dehşet içinde yaşamıştır. Ahlaklı kişinin korkacak bunca çok şeyi olduktan sonra, günahkar kendini nasıl teselli edebilir ki? Ölümün ıstırabını hatırlatmaktan daha dokunaklı tema ne olabilir ki? Bu tema geleneksel biçimlerde ortaya çıkıyordu: Ars moriendi [ölme sanatı) ve Quatuor hominum novissima, yani insanı bekleyen son dört deneyim ki, birincisi ölümdür. Bu iki konu on beşinci yüzyılda gerek yazılı eserlerde gerekse gravürlerde epey yaygındı. Gerek Ölme Sanatı gerekse Son Dört Şey ölüm ıstırabını tasvir eder ve bu tasvirde eski asırların kilise edebiyatının sunduğu modeli ayırt etmek kolaydır.
Sayfa 169Kitabı okudu
Düşünsel ve manevi mefhumların, aşk sanatı [ars amandi] içinde yüceltildiği bir üst sınıfın varlığı tarihte epey istisnai bir olgu olarak kalmıştır. Uygarlık ideali, aşk idealiyle başka hiçbir çağda bu çağda olduğu kadar birleşmemiştir. Nasıl ki skolastisizm ortaçağ ruhunun bütün felsefi düşünceyi tek bir merkezde birleştirmeye yönelik büyük çabasını temsil ediyorsa, daha alt bir düzlemde saray aşkı kuramı da soylu yaşama ait olan her şeyi kucaklama eğilimi gösterir. Roman de la Rose bu sistemi yıkmamış; sadece onun eğilimlerini değiştirmiş ve içeriğini zenginleştirmiştir.
Sayfa 125Kitabı okudu
Şövalyelik ideali yüksek toplumsal değerler içermeseydi, asırlar boyunca bir hayat ideali olarak asla kalamazdı. Bu idealin gücü yüce gönüllü ve fantastik görüşlerinin abartısında yatar. Ortaçağın gaddar ve tutkulu ruhuna ancak çok yüksek emellere yönelmiş bir ideal yol gösterebilirdi. Nitekim gerek kilise gerekse feodal düşünce bu şekilde hareket etmiştir.
Sayfa 120Kitabı okudu
119 öğeden 16 ile 30 arasındakiler gösteriliyor.