Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Kadınların ise, doğadan getirilen kimi yetenekleri, içinde yaşatıldıkları seranın sıcak atmosferin­ de yoğun bakım ve sulama sonucu efendilerinin çıkarları­na ve keyfine uygun olarak fevkalade bir gelişim gösterir, gelişir, olgunluğa erişirken, aynı kökten gelen başka dal­lar, soğuk kış havasında dışarıda bırakıldıkları hatta özel olarak buza sarıldıkları için gelişmelerini sürdüremez; ba­zıları da ateşte yanıp kül olur. Kendi eserlerini tanıyamayan erkekler de ki - bu onların analitik bir kafa yapısına sahip olmadıklarını gösterir - ağacın kendiliğinden, doğası gereği böyle büyüdüğünü sanmakta ve tembelce yarısı bu­har banyosunda yarısı karda bırakılmaz ise öleceğine inanmaktadırlar...
Eğer yalnız erkeklerden ya da yalnız kadınlar­ dan oluşan yahut da iki cinsli ama kadınların erkeklerin denetiminde olmadığı bir toplum varolmuş olsaydı, her bi­rinin doğasında bulunan ayrı zihinsel ve ahlaki özellikleri bilmek mümkün olabilirdi. Bugün kadın doğası dediğimiz şeyse, tümüyle yapay bir şey, bazı yönleriyle zorla uygula­nan baskının, bazı yönleriyle de hiç de doğal olmayan özendirmelerin bir sonucudur.
Reklam
Tüm ahlaki değerler onlara, kendileri için değil, başkalan için yaşamalan gerektiğini söyler; var olan tüm duygusallık bi­çimleri, bunun doğaları gereği olduğunu hatırlatır onlara; kendilerini ortaya koymaktan tümüyle vazgeçmeleri, sev­gileri dışında hiçbir şeye kendilerini adamamaları gerekti­ğini vurgular. Sevgilerinden kastedilense, onlara izin veri­len sevgilerdir. Yani ilişkide oldukları erkeklere ve bir er­kekle aralarında kopartılması olanaksız bağlar kuran ço­cuklara karşı beslenen sevgilerdir bunlar. İki şeyi birarada gözönünde bulundurursak: İlkin, karşı cinslerin birbi­rine olan doğal çekimini, ikinci olarak kadının sahip oldu­ğu her ayncalık ya da zevkin, kocasının ona bir armağanı ya da tümüyle erkeğin iradesinin ürünü olduğunu ve ni­hayet, insan çabasının hedefi olan saygınlık ile tüm öteki toplumsal hırsları kadının ancak kocası aracılığıyla tat­min edebileceği gerçeğini hatırda tutarsak, bir kadın için gerek eğitimin gerek karakter oluşumunun nihai amacını, erkeklere cazip görünmekten başka herhangi bir şeyin oluşturması ancak bir mucize olurdu. Ve erkekler kadın­ların düşüncesi üzerinde böylesi bir egemenlik kurduktan sonra, bir de kendilerini, kadınları denetimleri altında tut­ma içgüdüsünün yarattığı bencilliğe kaptırarak, onları, sanki bir cinsel çekiciliğin zorunlu bir parçasıymış gibi, bi­reysel iradelerinden vazgeçmeye, teslimiyetçiliğe ve zaafa sürüklemekteler.
Erkekler kadınların yalnızca onlara boyun eğmelerini değil, onların duygularını da istiyorlar. En kaba olanları bir yana bırakılırsa, tüm erkekler, onlara en yakın olan kadınlardan, zorla köle olmalarını değil, gönüllü olarak köle olmalarını; yalnızca bir köle değil, bir cariye olmaları­nı beklemektedir. Bu yüzden de onların gözünü bağlamak, akıllarını köleleştirmek için ellerinden geleni yapmışlardır. Öteki kölelerin itaatini sağlamak için, efendiler korkuya yaslanırlar; Kendilerinden ya da dinden korkulması olabi­lir bunun dayanağı. Oysa kadınların efendileri, onlardan basit bir boyun eğmenin ötesinde bir şey bekledikleri için, eğitimin tüm olanaklarını kendi amaçlan doğrultusunda seferber etmişlerdir. Tüm kadınlar en erken yaştan itiba­ren, olmak istedikleri ideal karakter, erkeklerinkinin tam zıddıymış gibi bir inançla yetiştirilirler; onlar için ideal, iradeye, kendi kendini yönetme gücüne sahip olmak değil, boyun eğmek ve başkalarının denetimine girmektir.
Onlara, bunlann cinslerine özgü niteliklere uymadığı düşüncesi öğretildiği için kendilerini baskı altında tutmasalar, pek çoğunun itiraz edebileceği o kadar çok konu var ki...
Kimileri, buna karşı, erkeklerin kadınlar üzerindeki egemenliğinin, tüm önceki egemenlik biçimlerinden, güce dayalı bir egemenlik olmamakla ayrıldığını, kadınların bu egemenliği gönüllü olarak kabullendiklerini yani bu du­rumdan şikayetçi olmadıklarını söyleyeceklerdir. Ama bu doğru değildir. Herşeyden önce, çok sayıda kadın bu du­rumu kabul etmemektedir.
Reklam
İk­tidarı elinde tutmaktan duyulan gurur ve iktidarı kullan­maktan sağlanan kişisel çıkar ne olursa olsun, burada ik­tidarı elinde tutma bir sınıfla sınırlı olmayıp erkek cinsinin tümünü ilgilendirmektedir. Bu, bu iktidardan yana olan­lar açısından ne soyut olarak istenen ne hiziplere sağlaya­cağı siyasi yarar açısından elde edilmesine çalışılan, ne de önderler dışındakileri şahsen ilgilendiren bir şeydir. Aksi­ ne, bu iktidarın özlemi her eve sızmıştır, her aile babası­nın ya da aile babası olmak isteyen her erkeğin gönlünde yatar. Bu öyle bir iktidardır ki, köylü de bu iktidardan, en üst mertebedeki soylu kadar eşit bir pay alır. Ayrıca bu durumda iktidar hırsı en üst düzeyine varmıştır; çünkü bu iktidarı isteyen herkes onu, kendisine en yakın olan, hayatını birlikte geçirdiği, onunla en fazla ortak şeyi pay­laşan. yani otoritesinden bağımsızlaşacak olsa kişisel ter­cihlerini en çok etkileyecek olanlar üzerinde kullanmak ister.
Bu görüş, iki cins arasında varolan ilişkileri düzenleyen bir cinsi diğerine hukuki ba­kımdan tabi kılan ilkenin kendi başına yanlış olmasının yanısıra, insanlığın gelişiminin önündeki en önemli engel­lerden birini oluşturduğu, bu ilkenin yerine, taraflardan hiçbirinin diğeri üzerinde herhangi bir güç ya da ayrıcalı­ğa sahip olmayacağı, ötekinin de herhangi bir yoksunluk duymayacağı, mutlak eşitlik ilkesinin benimsenmesi gere­ğidir.
Mill, kadınları köle sınıfı olarak görmemekteydi. Yine de kadınların köleliğinin, hiç değilse bir açıdan, siyahlann köleliğinden farklı olduğu kanısındaydı: Her erkek kadınının, “yalnız köle değil, kendi isteğiyle köle, yani cariye” olmasını ister. Kadınların Köleleştirilişi’nde Mill, kadınların erkeklerin hizmetkarlığı rolünü üstlenmesini çok ustaca ve çok yaygın biçimde gerçek­leştirilen toplumsal koşullandırmanın bir sonucu ola­rak görmüştür.
Ondan, çocuğunun eğiti­mini sağlaması için herhangi bir çaba ya da özveride bu­lunması istenecek yerde, bu eğitim bedava verildiği halde bunu kabul edip etmemek onun isteğine bırakılıyor; bir ço­cuğun salt bedeninin gıdasını değil aynı zamanda onun bey­ninin gereksinim duyduğu eğitim ve öğretimi verebilmek ko­nusunda haklı bir umut olmaksızın o çocuğu dünyaya getir­menin hem bu mutsuz yaşam ürününe, hem de topluma karşı ahlâkî bir cinayet olduğu; ve, eğer ana ile baba bu yükümlülüklerini yerine getirmezlerse, devletin bunu, müm­kün olduğu oranda, masrafı ana ve babaya ait olmak üzere yaptırmasının boynunun borcu olduğu, hâlâ kabul edilmeyen bir durum olarak kalmaktadır.
Reklam
Kocaların karıları üzerindeki aşağı yukarı zorbaca gücünden burada uzun boylu sözetmeye ge­rek yoktur; çünkü bu kötülüğü bütünüyle ortadan kaldırmak için kadınların da, tıpkı bütün diğer şahıslar gibi, aynı hak­lara sahip ve aynı şekilde yasal korunma altında olmaların­dan başka bir şey gerekli değildir; yine çünkü bu konuda, yerleşmiş adaletsizliğin savunucularının kullandıkları şey özgürlük davası değildir, aksine onlar ortaya açıkça kuvve­tin savunucuları olarak çıkıyorlar. Asıl çocuklar konusunda­dır ki yanlış kullanılan özgürlük anlayışları, devletin görev­lerini yerine getirmesine gerçek bir engel oluşturuyor.
Özgürlük ilkesi, bir kimsenin özgür olmamakta özgür ol­masını gerektiremez. Bir adamın kendi özgürlüğünü başkası­na devretmesine izin vermek özgürlük değildir.
Toplum tartışmadan ileri gidemez, bir kimse inandırmakta ne kadar özgürse başkası da caydırmakta o kadar özgür olmalı.
İstibdat bile, egemen bulun­duğu yerde bireysellik kalımlı olduğu sürece, en kötü etki­lerini meydana getirmez; ve bireyselliği çökerten, ezen, her şey istibdattır, adı ne olursa olsun, ister Allahın iradesini yerine getiriyorum desin, isterse insanların emirlerini.
Şimdiye dek, bilimin gelişiminde güdülen en yüksek amaç ve bundan bek­lenen en iyi sonuç bütün önemli gerçekleri kabul konusunda tüm insanlığı gittikçe daha çok birleştirmektir, diye dü­şünülmüştür; öyleyse bilim, yalnız amacına ulaşmadığı sü­rece mi kalıcı olur? Bu amaca ulaşmanın ürünleri, yine bu zaferin tam oluşuyla ortadan mı kalkar? Ben böyle bir şey söylemiyorum. İnsanlık geliştikçe, ar­tık üzerlerinde tartışılmayan ya da kuşkulanılmayan öğreti­lerin sayısı epeyce artacaktır; insanlığın mutluluğunu artık tartışmalı olmama noktasına ulaşmış bulunan gerçeklerin sayısı ve ağırlığıyla ölçmek de mümkündür.
49 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.