Hatta birkaç yıl önce Estonya'daki küçük Ortodoks cemaat Moskova ile ilintiyi koparıp doğrudan Fener Patrikhanesi'ne bağlandı diye Moskova ve Fener arasındaki ilişkiler de çok sarsıldı.
Friedman'ın sözünü etmediği asıl engel ise kültürel yapılanmadır. Malesef -Türk halkına boşuna abanmayalım- bu ülkenin aydınları, akademik kurumları, Dışişleri Bakanlığı ve hele İçişleri Bakanlığı denen ağır kuruluşu bu coğrafyayı anlamak, değerlendirmek ve bilmekten acizdirler.
Polonyalıların tarihi ve folklorik hafızasında Türkler, atlarını Vistül Nehri'nde suvararak Lehistan ülkesinin özgürlüğünü geri getirecek halk diye bilinirdi.
Nitekim Arnold Toynbee gibi çağdaş tarihçiliğin devi bir düşünür bu çelişkiye haklı olarak işaret etmiş ve Rusya ile Türkiye'yi, istedikleri kadar Avrupalı olsunlar, dışlanan iki güç olarak göstermiştir.
Almanların uluslararasındaki üslubu modern dünyaya ayak uyduracak gibi değil, gazetecileri Anglo-Sakson ve Fransız meslektaşları gibi değil, daha katılar. Ama en beteri; aceleci, saldırgan ve gürültücü bir üslupları var... Teferruatla (ağaçla) genelin (ormanın) bağlantısını kuramıyorlar. Ankara'ya gelen Alman diplomatların düşündüklerine ve önyargılarına öbür Avrupalı meslektaşları da sahip. Ancak berikiler diplomat; Alman diplomatlar ise hep yüksek sesle düşünüyor, o yüzden söylediklerinin aksini görmek istemiyorlar ve yanlıştan da dönemiyorlar. Bir konudaki çözümsüz girişimi başka bir çözümsüzlük yaratarak bastırmak istiyorlar. Üstelik bazı aydınlarımız için entelektüel bir merci rolündeler. Bu sözde liberallere söylenecek söz şudur; insan hakları ve hürriyetin çatısını herkes kendi çatmak zorundadır. Şurası gerçek ki, diplomat memurdur, bağımsız aydın kişilik ve eylemle diplomatlık zor bağdaşır. Ayıp değil, işin icabı budur. Bu yüzden Avrupa Birliği'ne yelken açarken de sefaretler personelinden başka pusulalar kullanalım...
Almanlardan göreceğimiz nimet de yurdundan kovulan bu muhterem muhalif aydınlar sayesinde oldu. Bruno Taut'u, Landsberger'i, Eberhard'ı, Frank'ı, Süssheim'ı, Hirsch'i, Zuckmayer'i hiç bir zaman unutmayız.
Mütareke döneminde İtalya, müttefiklerine olan kızgınlığı yüzünden hem İstanbul halkıyla iyi ilişkiler kurmaya gayret etti hem de Anadolu hükümetine el altından yardım bile etti. Cumhuriyetin ilanından sonra büyük devletlerin içinde fazla itiraz etmeden Ankara'ya taşınan da İtalyan elçiliğidir.
1990'ların başında dahi kim derdi ki 10 milyar doları aşkın bir ticari akış söz konusu olacak. Rusya'nın merkezinde iş merkezleri kuruluyor, Tabii Odalar Birliği'nin başındakiler ve başbakanlığın bürokratları ananevi sarsaklıklardan birini daha gösteriyor. Türk - Rus işbirliğinin duayenlerinden biri olan Şarık Tara heyete ve ziyaretlere davet bile edilmemiş.
Yeni Rusya henüz çöken eski sanayiini yenilemek, kıymetli bilim adamlarının ve teknisyenlerinin araştırma bulgularını sanayi üretimine sunmak gibi bir başarıdan uzaktır. Eğer Bilimler Akademisi'nin eczacılık, biyokimya gibi dallardaki buluşları sanayiye dökülebilse, bu dahi tek başına Rusya'nın makus talihini yenmekte yardımcı olurdu. Oysa ortada bir hantallık var; tembel ve mürtekib bürokrasi hala engelleyici rol oynuyor ve Rusya âdeta üçüncü dünya ülkesi gibi temelde petrol ve gaza dayanarak yaşıyor. Dönüşüm güç olacağa benziyor ve demokratik değil, otoriter yöntemlerle sağlanacaktır. Başkanın ve kadrolarının dinamik girişimleri bazı halde utanmazca, bazı halde beklenir tepkilerle karşılaşıyor. Her şeye rağmen Batılı iş çevreleri Rusya'da iş görmekte bizimkiler kadar istekli ve başarılı değil.