Terk ettiğim, geri döndüğüm, savaştığım şehre, onun serinliğine şöyle bir baktım. Şehrin benden aldıklarının yasını dövüne dövüne tutmaktansa, bana kazandırdıklarının kıymetiyle şükre düştüm. Bu şehrin bana verdiği çok şey vardı.
Korktuğum şey, kurtulmaya ve insanları kurtarmaya çalıştığım o bataklığa bir zamanlar hizmet ettiğimin hatırlanması. Ve bu da asla engel olamayacağım bir gerçek, daima varlığımla var olacak. Bu utancı ömrümden silmemin hiçbir yolu yok. Ben hatırlandıkça, bu da hatırlanacak.
Kendini bu ihtimal için hazırlamamıştım, şimdi aniden gerçekleşmiş bu vedayı algılayamıyordum. Göğsüm, kaburgalarım zalim bir piyano gibi gürültüyle birer birer göğsüme saplanmış gibi bir acıyla sancıdı. Zamansızlık beni kıskıvrak yakalamıştı.
Bu gerçekten kalbimi kırmıştı.
Çevredeki tanıdık figürler sevimsizce gözüme çarpıyordu; şehrin bu güzelliğini, içindeki pisliği örtmek için kullanılan bir maske olarak görmüştüm daima.
Terminalleri seviyorum, insanların özlemle kucaklaştığı bu yerler bizi kimliksiz kılıyordu; ben de birazdan özlemle beklediği insan gelecekmiş gibi, sevdikleriyle kucaklaşacak insanlardan biri olabiliyordum. Kimse onlardan biri olmadığımı bilmiyordu.
Konu genel olarak hamza ve feza alakalı ve daha önceki ilk 3 kitaba benzer. Biraz keyifli ama bazı sayfalar çok sıkmaya başlıyor.
Kitabın sonunda bazı sırlar ortaya çıkmata fakat Oğuz Tuna ve Hamzanın hikayesi daha çok anlatılmaması biraz eksik kalmış.