Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar. Kimseye anlatılmaz bu dertler. Çünkü henüz çaresi de, devası da yok bu dertlerin. Düşündüm, herkesin gökyüzünde bir yıldızı varsa, benim yıldızım uzak, karanlık, anlamsız olmalı. Belki de hiç yıldızım olmadı. İçimde müphem bir arzu. Bir yıldırım düşse de sakin pırıl pırıl bir dünyada yeniden doğsam. Azap çeken bir ruh gibi bekliyor, kolluyor, arıyorum, lakin boşuna! Dünya ıssız yaslı bir ev gibi görünüyordu gözüme ve ben bağrımda bir acı duyuyordum. Bana göre değildi bu dünya ;bir avuç yüzsüz, dilenci, bilgiç, kabadayı, vizdansz, aç gözlü içindi. Onlar için kurulmuştur bu dünya. Gönlümde düğümlenen bir şeydi bu ıstırap, bu kederli hal, kasırgadan az önceki havayı andırıyordu. Hissettim ki benim düşüncelerim de dayanıksız bir avuç kor gibidir, kül olmuştur. Bir üflemeye bakar. Birbirine ters düşen öyle çok şey gördüm, birbiriyle çelişen öyle çok şey duydum ki! Artık hiçbir şeye inanmıyorum. Bazı kimselerin ölümle savaşı daha yirmisinde başlar, birçokları da yağı bitmiş lambalar gibi, sessiz yavaş, ecelleriyle sönerler. Yalnız ölüm yalan söylemez! Ölümün varlığı bütün vehim ve hayalleri yok eder. Bizler ölümün çoçuklarıyız, hayatın aldatmacalarından bizi o kurtarır. Kimse göründüğü kadar dayanıklı değildir. Sadece görünmeyen yangınlar, duyulmayan fırtınalar, gizlice çürüyen ruhlar vardır. Nedir günler, nedir aylar? Benim için bir önemi yok bunlarıın. Mezarda olan için zaman, anlamını kaybeder...
Şehid Halil Kantarcı
Sessiz telaşsız sakince gidiyordun... Her adımını aradık taradık o gece. Geçtiğin sokakları, gittiğin yerleri düştüğün barikatı bulabilecek her yeri aradık sorduk. Sana doğrulan namluyu tutan elleri kırmadan rahata eremeyecekmiş gibi divane bir halde telaşla ve öfkeyle aradık, taradık, yırtındık... Sessiz, telaşsız, sakince gidiyordun
Reklam
Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar. Kimseye anlatılmaz bu dertler. Çünkü henüz çaresi de, devası da yok bu dertlerin. Düşündüm, herkesin gökyüzünde bir yıldızı varsa, benim yıldızım uzak, karanlık, anlamsız olmalı. Belki de hiç yıldızım olmadı. İçimde müphem bir arzu: Bir deprem olsa da, bir yıldırım düşse de, sakin pırıl pırıl bir dünyaya yeniden doğsam? Azap çeken bir ruh gibi bekliyor, kolluyor, arıyordum, lakin boşuna! Dünya,ıssız yaslı bir ev gibi görünüyordu gözüme ve ben bağrım da bir acı duyuyordum. Bana göre değildi bu dünya; bir avuç yüzsüz, dilenci, bilgiç, kabadayı, vicdansız, açgözlü içindi; onlar için kurulmuştu bu dünya. Gönlümde düğümlenen bir şeydi bu ıstırap, bu kederli hal; kasırgadan az önceki havayı andırıyordu. Hissettim ki benim düşüncelerim de dayanıksız bir avuç kor gibidir, kül olmuştur, bir üflemeye bakar. Birbirine ters düşen öyle çok şey gördüm, birbiriyle çelişen öyle çok şey duydum ki! Artık hiçbir şeye inanmıyorum. Bazı kimselerin ölümle savaşı daha yirmisin de başlar, birçokları da yağı bitmiş lambalar gibi, sessiz yavaş, ecelleriyle sönerler. Yalnız ölüm yalan söylemez! Ölümün varlığı bütün vehim ve hayalleri yok eder. Bizler ölümün çocuklarıyız, hayatın aldatmacalarından bizi o kurtarır. Kimse göründüğü kadar dayanıklı değildir. Sadece görünmeyen yangınlar, duyulmayan fırtınalar, gizlice çürüyen ruhlar vardır. Nedir günler, nedir aylar? Benim için bir önemi yok bunların; Mezarda olan için zaman, anlamını kaybeder.
Tik Tak
Susarak anlattım bütün gizliyi Sakladım duygumu ben konuşarak Bir acı tarlası sessiz yüzünde Aşkı yürürlüğe koyma savaşı İçimde bir düzen kaynaşmaktadır Büyük ve çekingen bakışlarından
Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar. Kimseye anlatılmaz bu dertler. Çünkü henüz çaresi de, devası da yok bu dertlerin. Düşündüm, herkesin gökyüzünde bir yıldızı varsa, benim yıldızım uzak, karanlık, anlamsız olmalı. Belki de hiç yıldızım olmadı. İçimde müphem bir arzu: Bir deprem olsa da, bir yıldırım düşse de, sakin pırıl pırıl bir dünyaya yeniden doğsam? Azap çeken bir ruh gibi bekliyor, kolluyor, arıyordum, lakin boşuna! Dünya,ıssız yaslı bir ev gibi görünüyordu gözüme ve ben bağrımda bir acı duyuyordum. Bana göre değildi bu dünya; bir avuç yüzsüz, dilenci, bilgiç, kabadayı, vicdansız, açgözlü içindi; onlar için kurulmuştu bu dünya. Gönlümde düğümlenen bir şeydi bu ıstırap, bu kederli hal; kasırgadan az önceki havayı andırıyordu. Hissettim ki benim düşüncelerim de dayanıksız bir avuç kor gibidir, kül olmuştur, bir üflemeye bakar. Birbirine ters düşen öyle çok şey gördüm, birbiriyle çelişen öyle çok şey duydum ki! Artık hiçbir şeye inanmıyorum. Bazı kimselerin ölümle savaşı daha yirmisinde başlar; birçokları da yağı bitmiş lambalar gibi, sessiz yavaş, ecelleriyle sönerler. Yalnız ölüm yalan söylemez! Ölümün varlığı bütün vehim ve hayalleri yok eder. Bizler ölümün çocuklarıyız, hayatın aldatmacalarından bizi o kurtarır. Kimse göründüğü kadar dayanıklı değildir. Sadece görünmeyen yangınlar; duyulmayan fırtınalar, gizlice çürüyen ruhlar vardır. Nedir günler, nedir aylar? Benim için bir önemi yok bunların; Mezarda olan için zaman, anlamını kaybeder.
9 Nisan 1951 tarihinde intihar ederek yaşamına son veren Sadık Hidayet’in ölümünü, 25 yıllık arkadaşı şu şekilde anlatmıştır: “Paris’te günlerce, havagazlı bir apartman aradı, 9 Nisan 1951 günü dairesine kapandı ve bütün delikleri tıkadıktan sonra gaz musluğunu açtı. Ertesi gün ziyaretine gelen bir dostu, onu mutfakta yerde yatar buldu. Tertemiz
Reklam
174 öğeden 11 ile 20 arasındakiler gösteriliyor.