Evlerimiz tam takır kuru bakır, kimsede şimdinin halıları, kristalleri filan yoktu o zaman ... Hiçbir şey ... Ama mutluyduk "Hayatta kaldığımız için mutluyduk."
"Sevgi nedir?" diye sordum.
Beni kendine doğru çekti ve o güne dek atışlarını hiç fark etmediğim kalbimi işaret ederek "Burada" dedi. Sözleri kafamı çok karıştırmıştı çünkü o güne kadar ellerimle dokunmadığım hiçbir şeyi anlayamıyordum.
Elindeki menekşeleri kokladım ve yarım yamalak sözcüklerle ve işaretlerle, "Sevgi çiçeklerin tadı gibi midir?" anlamına gelebilecek bir soru sordum.
"Hayır" dedi öğretmenim.
Biraz daha düşündüm. Güneş üstümüzden ısıtıyordu bizi.
"Sevgi bu değil mi?" diye sordum, bize sıcaklığını gönderen güneşe doğru elimi uzatıp "Sevgi bu değil mi?"
Sıcaklığıyla her şeyi büyüten güneşten daha güzel bir şey olamazmış gibi görünüyordu bana. Fakat Bayan Sullivan başını salladı. Öğretmenimin sevgiyi gösterememesi bana tuhaf geliyordu.
Güneş bütün gün bulutların ardındaydı ve birkaç kez yağmur boşalmıştı. Fakat aniden güneş güneye özgü ışığıyla aydınlatmıştı her yeri.
Tekrar sordum öğretmenime: "Bu sevgi değil mi?"
"Sevgi güneş ortaya çıkmadan önce gökyüzünde duran bulutlar gibidir." diye cevapladı.
"Bulutlara dokunamazsın, biliyorsun; ama yağmuru hissedebilirsin, çiçeklerin sıcak bir günün ardından bu yağmurla nasıl da mutlu olduklarını görebilirsin. Sevgiye de dokunamazsın ama her şeyin üstüne kondurduğu o tadı hissedersin. Sevgi olmadan mutlu olamazsın, otun bile oynamak istemezsin."
Aklım gerçeğin bu güzelliğiyle doldu. Benim ruhumla başkalarının ruhları arasında görünmez çizgiler olduğunu hissedebiliyordum artık.