Misal bir kurşun yedik, canımıza denk geldi. Yaraya giren bıçak, kurşunu mu çıkarmak istiyor yoksa yarayı deşmek mi? Birini kalbine kabul etmek zor, yarana kabul etmek risktir.
Birçok klinisyen “başarı nevrozu” üzerine yazılar yazmıştır - insanların uzun süredir ulaşmak için çabaladıkları önemli bir başarıyı elde ettiklerinde aşırı mutluluk yerine, çoğu kez başarılı olmadıklarını onaylayan bir mutsuzluk duydukları ilginç bir durumdur bu. Freud bu duruma “başarıyla mahvolma” sendromu der. Rank ise bunu “hayat anksiyetesi”olarak tanımlamaktadır - diğer bir deyişle hayatla ayrı bir varlık olarak yüzleşme korkusu. Maslow en yüksek olanaklarımızdan (en düşükleri gibi) kaçtığımızı belirtmekte ve bu olguya “Yunus Peygamber kompleksi” demektedir, çünkü Yunus her birimiz gibi kendi kişisel büyüklüğüne dayanamamış ve kaderinden kaçmaya çalışmıştır.
İnsanın görevi, bilinçdışından yukarı doğru baskı yapan içeriklerin bilincine varmaktır. Anlayabildiğimiz kadarıyla, insan varoluşunun tek amacı, salt varlığın karanlığına bir ışık yakmaktır.
"Adil olanın peşinden gidilmesi doğrudur, en güçlünün peşinden gidilmesi ise kaçınılmazdır. Gücü olmayan adalet acizdir; adaleti olmayan güç ise zalim. Gücü olmayan adalete mutlaka bir karşı çıkan olur, çünkü kötü insanlar her zaman vardır. Adaleti olmayan güç ise töhmet altında kalır. Demek ki adalet ile gücü bir araya getirmek gerek; bunu yapabilmek için de adil olanın güçlü, güçlü olanın ise adil olması gerekir.
Adalet tartışmaya açıktır. Güç ise ilk bakışta tartışılmaz biçimde anlaşılır. Bu nedenle gücü adalete veremedik, çünkü güç, adalete karşı çıkıp kendisinin adil olduğunu söylemişti. Haklı olanı güçlü kılamadığımız için de güçlü olanı haklı kıldık."