Anadan üryan uyanmış bedenim
bir ormanın ortasına,
Solmuş yapraklardır düşen bakır
saçlarıma.
Bedenim karışmış bir ağacın kalabalık yalnızlığına,
Kökleridir dolaşan ince damarlarıma.
Şefkatiyle sormuş Tanrı kabul
ederken beni toprağına:
Bedenin midir kanayan yoksa ruhun mu yara?
Şayet susarsam eger konuşacaktır
benden evvel ceriha,
O zaman fısıldarım Tanrı’nın kulağına:
Ruhumdaki yaradır kan bulaştıran darûsselamına.
Ama birçoklarının onu (Tanrı’yı) bilmekte ve hatta ruhlarının ne olduğunu bilmekte güçlük bulunduğuna kani olmasına neden olan şey onların zihinlerini hiçbir zaman duyusal şeylerin ötesine yükseltmemeleridir, bunlar her şeyi ancak maddi şeyler için özel bir düşünme biçimi olan hayal ederek irdelemeye öylesine alışmışlardır ki hayal edilebilir olmayan her şey onlara anlaşılmazmış gibi gelir. Bu filozofların bile ilk önce duyularda bulunmayan hiçbir şeyin anlama yetisinde olamayacağını okullarda düstur olarak kabul etmelerinden yeterince bellidir, oysa Tanrı ve ruh fikirlerinin asla duyularda var olmadıkları kesindir.
En yüce ruhlar en büyük erdemlere olduğu kadar en büyük kötülüklere de yeteneklidirler, ancak çok yavaş yürüyenler eğer her zaman doğru yolu izlerlerse, koştukları hâlde bu yoldan uzaklaşanlara göre çok daha ileriye gidebilirler.
… tüm evrende gerçekten hareketsiz hiç bir nokta bulunmayacağını düşünecek olursak, dünyada durağan ve durgunluk halinde hiçbir yer bulunmadığını ve onu ancak düşüncemizle durgun ve durağan kıldığımızı anlarız.
Yalnız hayvanlar durmaksızın vücutlarını besleyecek besini bulmakla uğraşırlar, çünkü işleri vücutlarını korumaktır; ama varlığının başlıca bölümü ruh olan insanların, temel düşüncesi, ruhun gerçek besini olan bilgeliği aramak olmalıdır…