Yaşamak ve yaşamamak... Olmak ve olmamak kadar ince bir çizgi... Bu çizginin hem diğer tarafı, hem de bu tarafı... Hangi tarafta olursa olsun diğer tarafı özlüyor insan... Tuhaf... Korkunç! Lanet bir şey... Tıpku Nuh'un Gemisi gibi... O an ölüme bir kez daha büyük bir saygı duydum, en az yaşamak telaşına duyduğum kadar büyük bir saygı!
Öykü'nün ne lokanta, ne de yiyeceği yemek umurunda bile değildi. Sadece Hasan Fermi'nin yanında olmak, onun huzurunu hissetmek, sorduğu soruları cevaplamak, anlatmak, sürekli anlatmak istiyordu; çünkü kendisini anlayan birisi vardı...
Mesela babasız büyüyen birçok çocuğun büyüklere karşı sürekli bir ilgisi vardı; bu ilgi masumdu., özledikleri baba sevgisini tadabilmek içindi... Ama o büyükler çocuklar kadar masum değillerdi; çocukların hayallerini kirletecek kadar pisti elleri...
"Öykü'de kendimi buldum Fikret! Ben de onun kadar çaresizdim... Ama onun kadar cesur değildim! Toplum baskısı yüzünden sessiz kaldım, insanlar bana inanmazlar diye ses çıkarmadım, aileme kötü gözle bakarlar diye... Babam yok diye... Arkamızda kimsemiz yok diye... Annem kadın haliyle ne yapacağını bilemez diye... Annem üzülmesin diye... Belki babam olsaydı söylerdim babama."
"Yalanın ne kadar kötü bir şey olduğunun ben farkında değil miyim? İnsan bir defa mecbur kalır yalan söylemeye, sonra onu sürdüreyim derken artar bu yalanın dozu... Bir hastalık gibidir... İşin garip yanıysa yalanı söylediği an neden yalan söylediğinin de farkında değildir insan... Benim gibi işte..."
"Bu memlekette yazmak en bıyık aptallık! Bu aptallardan biri de hiç kuşkusuz benim! Hiç öğrencilik yıllarındaki gibi heyecanım kalmadı. Yazıyorum, yazmaktan hiç kopmadım ama öylesine. Çünkü vahşi kapitalizm yaşadığımız toplumda her şeyi olduğu gibi edebiyatı da mahvetti!"
Sanki konuştuğu dili kimse bilmiyormuş gibi, sanki konuşsa kimse kendisini anlamayacakmış gibi; mecbur olmadıkça kimseyle konuşmuyor, dışarıda insanlarla, ev içerisinde de eşiyle sürekli köşe kapmaca oynuyordu.