Artık neye inandığımı bilmiyordum. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu da. Benim için, artık kural yoktu. Klanımı kurtarmak için ne gerekiyorsa yapacaktım, kimi incitirse incitsin.
Dünya şu anda da tıpkı annemle babamın savaşa doğru giden hâlini tarif ettikleri gibiydi. O kısmı doğruydu. Hayvanlar koca birer tür olarak yok olmaya yüz tutmuştu. Doğal afetler yaygınlaşmaya başlamıştı. Hastalıklar almış başını gidiyordu.
Eğer. Nasıl oluyordu da dört minicik harf bu kadar çok önem taşıyabiliyordu? Bu kadar gücü nasıl elinde tutuyordu? Bodur kalmış kısacık tek bir kelime nasıl oluyordu da insanı aynı anda hem dünyalar kadar acıyla tehdit edip hem de umudu ışıl ışıl parıldayan bir mücevher gibi gözünün önünde sallayıp durabiliyordu?
Tel örgülerin üzerine eşit aralıklarla dizilmiş kırmızı ışıklar yavaş yavaş yanıp sönüyordu, ürkütücü bir şekilde, sanki insanoğlunun doğa üzerindeki egemenliğini ilan eden işaret fişekleri gibi.
Ama sonra kafamı kaldırıp gecenin göğüne bakınca, fonu Samanyolu'nun kızıla çalan pusuyla aydınlanmış gökyüzünden resmen dökülüyor gibi duran ışıl ışıl yıldızları gördüğümde insanoğlunun bütün o zayıf hâkimiyet çabaları birden gülünç geldi.
Marx'ın dediği gibi, din insanların afyonudur. İnsanlar bıraksan neredeyse fiziksel tanrıçalara inanacaklar, çünkü spiritüel sistemlere inanç besledikleri zaman hayat daha kolay.
“Hain, tatlı yalanların üstüne bal döktü.
Tek istediği kurbanlarının sevgisiydi.
Çünkü kuzuyu kandırmak kurda en büyük ödüldür.
Ve canavarın maskesinin düştüğü tek yer ölümdür. ”