'Kaybetmek, aslında sahip olduğunu anlamak demekmis' diye okumuştum bir yerlerden. Bu da bir hayat oyunu işte. Sahip olduklarını kaybetmen gerekiyor onların farkına varman için. Onların değerini anlaman için.
Kitap bir gerçeği gözler önüne serse de çok basite indirgenmiş gibi geldi. Yazım ve imla hataları çok fazlaca yapılmış. Açıkçası aldığım hevesle okuyamadım. Hayal kırıklığı yaşattı biraz. Lakin okunabilir bir kitap.
Bizler...
Bu ormanda nereye gittigini, karanlık ve kimsesiz bir alan
da huzurun, güvenligin nerede olduğunu bilmeyen, ancak
onu arayan adamlar. Ciplak ayaklı, soğuktan her tarafı buz
baglamış, her şeyini kaybetmiş ve belirsiz karanlıkta hayatının
bir saniye sonrasının bile nasıl olacağını düşünemeyen bizler.
Ketik ormanı bile bize koynunu açmyordu. Ketik ormanı bizim
kadar Ermeniye de koynunu açmıştı. Ve biz her an herhangi bir
ağacın, herhangi bir patikanın kenarından çıkacak olan o eli
silahlı, sakallı, köpek gibi gözleri olan Ermeni'den kaçıyorduk.
Neyi kaçırdığımızi, kaçarak ne kazandığımızı bilmeden...
Belki canımızı kurtarmak için kaçıyorduk. Ancak insanın
cani, insanın hayatı var olduğu yer değil mi? Ormanın ortasın-
da her taraftan başımıza yağan mermi yağmurunun altında,
yanı başımda en çok sevdiğim insanlar öldüğü sırada ben geri
dönmek, o küçük odada barış öyküleri okumak istiyordum. Ben
evimden bu şekilde, ben kendi yuvamdan bu şekilde çıkmak
istemiyordum.
"Basit midir böyle aniden çıkagelen ölüm? Ve hepimizi bu dünyada hiç kimseymişiz gibi silaha dizmek... Böyle basit mi gerçekten sıcak sobamızın yanından bizi kovmak, atmak dışarı yuvamızdan? Hocalı ve orada yaşayan insanlar böyle gereksiz miydi? Ölüm artık babamın o ejderha kabartmalı yatağında uzanarak Tanrı'nın göndermesi gereken Azrail' in ellerinde değildi. Ölüm Hocalı'nın her sokağındaydı, ölüm orada var olmaktaydı, ölüm bir ağacın arasında, bir tepenin üztinde, bir sokağın köşesindeydi."
'Bir patika...
Hava soğuk, karlı ve kanlıydı. Bir çocuk ayağı patikanın kenarındaydı. Çocuk çok küçük, daha üç günlüktü. Habersizdi bu dünyanın insanından, savaşından. Bir anne yeni olmuş... Daha sevememiş çocuğunu, daha koklamamış, öpmemiş, görmemiş en ince bir tebessümünü...
...
Bir patika ağaçların arasında ancak sessizliğe uzanmıyor, cesetlerin arasından açılan bir patika da var. Kenarlarında yaşlı ağaçlar yok, kenarlarında kafası delinmiş, ayakları kurşunlu, bebeği parçalanmış insanlar var. İşte Hocalı'dan Ağdam' a Ketik ormanı boyu böyle bir patika uzanıyor. Siz hiç cüret edip o patikaya gidebilir misiniz? '
"Bizler...
Bu ormanda nereye gittiğini, karanlık ve kimsesiz bir alanda huzurun, güvenliğin nerede olduğunu bilmeyen, ancak onu arayan adamlar. Çıplak ayaklı, soğuktan her tarafı buz bağlamış, her şeyini kaybetmiş ve belirsiz karanlıkta hayatının bir saniye sonrasının bile nasıl olacağını düşünemeyen bizler. Ketik ormanı bile bize koynunu açmıyordu. Ketik ormanı bizim kadar Ermeni'ye de koynunu açmıştı. Ve biz her an herhangi bir ağacın, herhangi bir patikanın kenarından çıkacak olan o eli silahlı, sakallı, köpek gibi gözleri olan Ermeni'den kaçıyorduk. Neyi kaçırdığımızı, kaçarak ne kazandığımızı bilmeden...
Belki canımızı kurtarmak için kaçıyorduk. Ancak insanın canı, insanın hayatı var olduğu yer değil mi? Ormanın ortasında her taraftan başımıza yağan mermi yağmurunun altında, yanı başımda en çok sevdiğim insanlar öldüğü sırada ben geri dönmek, o küçük odada barış öyküleri okumak istiyordum. Ben evimden bu şekilde, ben kendi yuvamdan bu şekilde çıkmak istemiyordum. "
'İnsanlık yaptığı suçtan dolayı cennetten kovuldu. Şimdi tembelliği yüzünden geri dönemiyor,' diyordu bir dost. Bizler, hepimiz bataklıktan çıkmak için çabalayan insan türüyüz. Kendimizi kurtaralım derken daha çok dibe batıyoruz. Oysa yardım edip en yakınımızdakini dışarıya çıkarsak, o bizi orada bırakıp kaçmasa, elini uzatsa, hepimiz bataklıktan dışarıya çıksak. İşte o zaman tembelliğimizin, egomuzun üzerinde zafer kazanabiliriz. O zaman Tanrı kollarını açarak 'Hoş geldiniz cennete!' diye bizi karşılar.
'... sonra anlıyorsun hayatı. İnsan karşısına dizince kaybettiklerini, tüm çıplaklığıyla görebiliyor gerçekliği. Ortaokulda kaybettiğin sınıf arkadaşın ; eve dönerken düşürdüğün bir kalem; bir gün kendini babanı kaybetmene hazırlaman; aniden nerden geldiğini anlamadığın düşmana karşı çıkamamak ve vatanını kaybetmek; sana bahşiş olarak verilmiş bozuk paraları kaybetmen; bunların hepsi aynı mı ? İnsanın vatanını ve babasını kaybetmesi, o kayıpların hepsinin gözlerinin önünde, ellerinin arasından kum taneleri gibi rüzgarla bir yerlere uçup gittiğini görmek, ancak sonra o gidişin nereye dağıldığını ve nasıl dağıldığını anlayamamak. Ve ömrünün sonuna kadar anlamaya çalışmak...'
'Kaybetmek, aslında sahip olduğunu anlamak demekmiş' diye okumuştum bir yerlerden. Bu da bir hayat oyunu işte. Sahip olduklarını kaybetmen gerekiyor onların farkına varman için. Onların değerini anlaman için.
"Ancak insanın bazı duyguları kalbine gömmesi,bastırması,yok sayması mümkün değildir. Aynı ,özgürlük gibi... Sonradan özgürlüğü anladım. Çok sonraları..."