1969 yılında Urfa'da dünyaya getirilmişim;doğumumla da annem ölmüş,bu yüzden gördüğüm her kadına,içimden sarılıp geçtim...
1975'de Hatay'ın Reyhanlı ilçesine pamuk işçiliği için göç etmiş ve orada yerleşmiş bir babanın tek oğluyum..ilkokulu aynı ilçede okudum ve otuz yaşıma dek inşaatlarda amele olarak çalıştım.
(Ahmet Aslanla yapılan bir röportajdan alınmıştır)
Evim yok seni konuk etmek için
olmayacak
olmasın
yüzümde iki göz bir konak
yeter ki çalsın kapıyı gözlerin
yetmezse alnımın çatısı var
yetmezse başımın üstünde yerin
yetmezse kalbim
ne kapı ne anahtar...
Hayat 'görme'den ibarettir: karanlıkta göz bebeklerinin büyümesi bakmak için değildir. Günebakan çiçekleri güneşe bakmaz, güneşle göz göze görüşme halindedir. İnsan 'bakış açısı'nda yüzdü ve bu bulanık suda boğulmaktadır. İki gözünün yüzüne süs olsun diye verildiğini unuttu, unuttukça iç gözünün önüne duvar ördü, unuttukça duvarı sıvadı ve o ferini kaybetti...
Çarşıya çıktığımızda işyerlerinin dev tabelalarıyla çarpışırız: estetikten uzak tabelalar gözümüze sokulur, zihnimize vidalanır, bu da bize körlüğü miras bırakır ve bu miras bir sonraki nesle devredilir... Ve trafik levha, işaret ve lambaları görme özürlüler için değil, gözlerini dört açmış insanlar içindir. Ne tuhaf değil mi? Gözlerinde, aklında bir sorun yokken uyarılıyorsun; kör müsün? Hayır, görüyorum! Öyleyse gel 'bakış açısı'ndan başlayalım değiştirmeye: bu körlüğü görme açısıyla tersine çevirdiğimizi göreceksin.
Yine tam akım gökyüzü
Giyinmiş mavisini tepeden tırnağa
Bir güneşle göz kırpıyor
Bir ayla
Karşılık alınca da toprak anadan
Milyonlarca yıldızla patlatıyor gözlerini
Derler ki yıldızdır o kayanlar
Bence
Gökyüzü taş atıyordur
Sevgilisinin penceresine
Çöp bidonunun yanına düzgünce katlanıp indirilmiş giysilere rast gelmiştim: etiketlerine baktığımda dört-beş yaş yazılıydı. Üç gömlek, iki pantolon, iki de atlet. Dört yaşındaki oğluma uyabileceklerini düşünüp giysileri kucakladım. Kucağımda, sokağa terk edilmiş, babasını arayan bir çocuğun sıcaklığını hissederek doğruldum. İki üç adım atmıştım ki karşı apartmanın balkonunda asılmış çocuk giysileri ilişti gözüme: kucağımdakilerle yaşıttılar.
Hava sakin olmasına rağmen giysilerin titremekte olduğunu gördüm. Birkaç adım daha atmıştım ki titreyişleri şiddetlendi... Sanırım kucağımdaki giysilerle kardeştiler. Gerisin geriye yürüyerek giysileri aldığım yere bıraktım ve sağıma soluma bakmadan hızlı adımlarla ayrıldım oradan.
Annenin içi acır, çocuğunun sökük pantolonunu dikerken bile.
Sunay Akın tv programında ilk kitabını ve şairi tanıtmıştı, çoban şair... Sonra ikinci kitabını çıkardığında tv programına davet etmişti... Köyden kasabaya inince, çantasını kitapla doldurduğundan söz ediyordu. Daha çok okuyabilmek için sonradan çobanlığı tercih ettiğini söylediğini anımsıyorum. Bu fikir bana da ilginç gelmişti, bizim kapıcı gördükçe, ben de kapıcı olsam ne kadar çok kitap okumaya vaktim olurdu demişimdir... Dikkat edin bizim kapıcı dedim, kapıcı mesleğini genellemedim. Çünkü bizim apartmanda kapıcı bir şey yapmıyor... Çoban şair artık köydeki taşları, hayvanları, bitkileri vs.. imgeleştirmeye başlamış...aşmıştı adam...
evinizin penceresini
açıp kapatıver her sabah
aç kapa, aç kapa
mutluluktan sımsıcak oluyor evimiz.
aşık bu evler birbirine biliyorsun,
aç kapa, aç kapa penceresini,
eviniz evimize göz kırpıyor olsun.
ağaçları görmüyor musun,
nasıl da kol-kola bu havada
bu dans bu havada
ya şu iki bacadan yükselen duman,
nasıl da sarmaş dolaş havada
hangisi dibinde üşüyen bilir,
dışarıda alev alan bu havada.
evinizin penceresini diyorum,
aç kapa,
aç kapa bütün gün herkes bilsin,
kimseler bilmez,
iki ev,
birbirine aşık,
iki ev.