Hiçbir felaket meydana gelmediğinde arkamıza bakmadan ilerleriz,ufka bakarak dümdüz ilerleriz. Başımıza bir trajedi geldiğinde, yoldan dönüp oraya musallat olarak yeniden inşaya geçeriz.
Mutluluğunuz bize sunulan sınırlı seçeneğe ve hata yapma korkusuna bakıyordu. (...) Mutluluk, bekleyişin keskinleştirdiği, hissettiğimiz bu arzudan geliyordu. Mutluluk azdı, nadirdi.
Hiçbir felaket meydana gelmediğinde arkamıza bakmadan ilerleriz, ufka bakarak dümdüz ilerleriz. Başımıza bir trajedi geldiğinde, yoldan dönüp oraya musallat olarak yeniden inşaya geçeriz. Her hareketin, her kararın kaynağını anlamak isteriz. Yüz kere geri sararız. Sebep-sonuç ilişkisi konusunda uzmanlaşırız. İzini sürer, parçalara ayırır, otopsi yaparız. İnsan doğasına dair her şeyi ve olayları meydana getiren mahrem ve kolektif güçlerin hepsini bilmek isteriz. Sosyolog, polis ya da yazar, bilemeyiz, saçmalırız, istatistiklerde bir rakam olmayı, bir resimde bir virgül olmayı anlamak isteriz. Oysaki kendimizi bunca zaman eşsiz ve ölümsüz sanmışızdır.
"İnsan temel iyilik yapma kavramını sorgulayabilir. Benim olan biraz da kardeşimindir. Çocukluğumuzdan beri. Veririm, alırım, geri veririm. Bir sen, bir ben. Aile içinde birbirimize bağırırız, birbirimize tepeden bakarız, birbirimize bazen gizli gizli hakaret ederiz; siyasi görüşlerimizden dolayı, bu uyumsuzluktan dolayı. Sevgi de buna eklenince, mesele dalgalı bir denize dönüşüyor. Kolları sıvıyoruz, çoğu zaman kulaklarımıza inanamıyoruz, ama sonra en küçüğümüzün doğum gününe kadeh kaldırıyoruz. Durumu kurtarmayı başarıyoruz. Birbirimize kuru cümleler kuruyoruz, birbirimizi anlamıyoruz, birimizden biri fikrini savunduğunda diğeri sarsılıyor, birbirimizi yerden yere vuruyoruz, ama yine de anne babamızın birer hediyesi olduğumuz konusunda hemfikiriz. İnatçılığı ve mantık yolundan çıkmayı görmezden geliyoruz, yaşam tercihlerimize göz yumuyoruz, hoşgörülüyüz. İşte bu kutsal bir kelimedir: hoşgörü. Kardeş olduğumuz için hoşgörülü oluruz. Ama aslında hoşgörü göstermeli miyiz?"