Malinowski Krakow, Polonya'da doğdu. Üst-orta sınıf bir ailenin mensubuydu. Babası profesör, annesi toprak sahibi bir ailenin kızıydı. Çocukken zayıftı ve sıklıkla hasta oluyordu ama buna rağmen derslerinde üstün başarı gösteriyordu. 1908'de Jagiellonian Üniversitesi'nde felsefe doktorasını yaptı. Bu arada aynı üniversitede fizik ve matematik çalışmaları yapmıştı. Üniversite öğrenimi sırasında yine hastalığı tekrarladı. Halbuki James Frazer'ın Altın Dal isimli eserini okuyarak antropoloji üzerine yoğunlaşmaya karar vermişti. Sonraki 2 seneyi Leipzig Üniversitesi'nde Charles Gabriel Seligman ile antropoloji çalışarak geçirdi. Bu zaman zarfında James Frazer ve diğer Britanyalı yazarlar arasında iyi bilinen bir pozisyona gelmişti. Bu nedenle Malinowski 1910'da London School of Economics'de öğrenim görmek üzere İngiltere'ye gitti.
1914'de Mailu'da alan araştırmalarını denetlediği yer olan (Papua Yeni Gine'de) Trobriand Adaları'na gitti. Sahadaki bu meşhur seyahatinde kıyı şeridinde bulundu. I. Dünya Savaşı başladı ve Britanya kontrol noktasındaki Avusturya-Macaristan İmparatorluğu kutuplaşması neticesinde Avustralya yönetimi kendisine iki opsiyon tanıdı; kendisi Trobriand Adaları'na sürgün edilecek ya da savaş esnasında gözaltında tutulacaktı. Malinowski, Trobriand Adaları'nı tercih etti. Bu süre zarfında Malinowski Kula'daki saha çalışmalarını denetleme fırsatı buldu ve şu an antropolojik metodolojide kilit rol oynayan katılmacı gözlem kuramını oluşturdu.
1922'ye kadar Malinowski antropoloji alanında doktora derecesini kazanmıştı ve London School of Economics'de eğitmenlik yapıyordu.
Babanın anaya kaba davrandığına çocuklar hiçbir zaman tanık olmazlar; erkek kadını kendine hizmet ettirme yollarını aramaz ya da onu tümden bağımlı bir duruma getirmez; hatta şefle evli kadınlardan birisi olsa bile. Babalarının ağır elleriyle kendilerini dövdüğünü çocuklar hiç bilmezler, çünkü onların ne akrabasıdır, ne efendisidir, ne de iyilikçisidir. Çocuklar üzerinde hakları ve hiçbir ayrıcalıkları yoktur. Bununla birlikte, dünyanın herhangi bir yerindeki normal bir baba gibi onlara dengeli bir sevgi besler. Böylece, kendisine yardımcı olan geleneğin benimsettiği ödevlerle onların sevgisini kazanmaya ve onlar üzerindeki etkisini sürdürmeye çalışır.
Ortak ihtiyaçlar karşılandıkça ikincil ihtiyaçlar ortaya çıkar. Bu ihtiyaçları karşılamayan kültür var olamaz. Böylelikle gelenek ve göreneklerin anlamlı olduğu ortaya çıkacaktır.
Derin bir Freud psikanalizi eleştirisi içeren, psikolojiyi antropolojik etmenler ışığında ele alarak Freudyen bakış açısının yanlışlanabilirliğini ortaya koymuş olan yazar Malinowski, bireyler üzerinde yapılan tetkikleri, egemen sistemin yaratmış oluğu sosyo-ekonomik sınıflar bazında ele alarak, oluşan her toplumsal sınıf katmanlarına ait bireylerin psikolojik alt yapılarının farklılıkları üzerinden kuramını ortaya koymaktadır. Örneğin, büyük bir köy evinde, odasız büyüyen bir çocuğun, şehirde kendine ait bir odaya doğuştan sahip olarak büyüyen bir çocuğun psikolojik altyapıları farklı olacağı gibi aile ve yaşam şekillerinin de farklılıklardan payını aldığını ve insanı incelerken bir kuram ışığında farklı benliklere yaklaşmak hatanın en büyüğü olduğunu, bu temel yaklaşımın adı olan ödipus kompleksine eleştiri getirerek de psikolojiye antropolojik yaklaşımı getirmiştir. Kitap içeriği dolayısıyla özel bir yere sahip.
Freud'un totem, tabu, inanç bağlamında ilkel toplumlardan hareket ederek günümüz insanını açıklaması durumu üstüne eğilerek ilkel toplumlarda ortaya çıkan ahlak olgusunu, cinselliğin anlamı ve önemi hakkında oldukça girift bir yaklaşım ortaya koymuş yazar. Bol bol örneklendirmelerle gittiği yaklaşımında Freud eleştirilerinin temellendirmesi oldukça güzeldi. Bu yüzden işi kuramsal dilde tutmamış gayet anlaşılabilir bir şekilde anlatmış Malinowski.
Oldukça ufuk açıcı bir içeriğe sahip. Freud psikanalizi hakkında gerekli bilgilere sahipseniz bu eleştirel eseri mutlaka okuyun derim.
Anaerkil toplumun da olabileceği, ana-soylu bir yönetimin ne gibi sonuçları olduğunu hiç düşünmemiş, aklıma dahi getirmemişim, onu fark ettim. Bunda, tabii ki içinde bulunduğumuz eril gücün hakim olduğu dünya, tarihte iz bırakmış bilim insanlarının dahi tüm insan “ırkı” için geçerli saydığı salt ataerkil toplumu baz alarak yaptığı
".. Yabanıl ırkların incelenmesi, şu anda ilkel yaşamın ortadan kaldırılması yönünde etkinlikler göstermekle uğraşan uygarlığın, görevlerinden biridir.
Bu görev, yalnızca bilimsel ve kültürel bakımdan büyük önem taşımakla kalmamakta, ilkellerin, kötü sonuçlarla karşı karşıya bırakılmaksızın yönetilmesinde, "geliştirilmesinde" ve onlardan "yararlanılmasında", yabanıl olmayan beyaz insana yardımcı olabilecek kıyısal değerleri de içermektedir"
Kitabın önsözü bu şekilde başlıyor ve ilginç olan önsözde yabanılların kendi hallerine bırakılmadan eğitilmesi düşüncesi savunulurken içerikte, yabanıl toplumların aslında kendi içinde bir dinamiği ve mantığı olan kurallarının olduğunu okuyoruz.
Örneğin; yakın arabayla evlenmenin büyük suç sayıldığı ve suçu işleyenlerin cezalandırılması kitabın yazıldığı (1927) dönemden günümüzde kadar aşılamamış bir problem olarak duruyor. Yabanıllar bunu deneyimleyip yanlış olduğuna karar vermişler ve kural hâline getirmişler.
Yazar içerikte olabildiğince tarafsız aktarmış yaşamları, ama önsöz biraz boğazıma takıldı,"geliştirilmesinde" ve onlardan "yararlanılmasında"tabiri çok rahatsız edici geldi bana.
Sömürgecilerin ilkel olarak nitelendirip aynı gerekçelerle bu toplulukları yok etmesinin zemini hazırlanmış oluyor bu bakış açısıyla.
Sonuçta, balık avlayıp sebzeyle takas eden ve kendi gelenekleriyle yaşayan bir topluluktan daha üstün olduğunu düşünen modern insanlar, dünyaya daha büyük bir gedik açtılar. Bence balık ve sebzeyle de idare edebilirdik.