Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Erkan Çav

8.0/10
1 Kişi
5
Okunma
1
Beğeni
552
Görüntülenme

Erkan Çav Gönderileri

Erkan Çav kitaplarını, Erkan Çav sözleri ve alıntılarını, Erkan Çav yazarlarını, Erkan Çav yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
Türkiye varoldukça, Ümmet ve İslam aleminin, Turan ve Türk devletlerinin, Arap, Kürt, Farisi ve diğer bölge haklarının ve ülkelerin İstiklal ve İstikbali için daha güzel günlerin umudu hep var olacaktır.
15 Temmuz “Milli Direniş Tatbikatı” olarak görülmelidir.
Reklam
Cemil Meriç, bazıları 60. baskıya gelen kitaplarıyla bütün Turkıye'ye öğrettiğı gibi bana da bazı şeyleri öğretti. Cemil Meriç, gerçekten de XX. yuzyıl Türkiyesi için bir nimettir, yarım kalmış bir nimettir, ama bir nimettir. Cemil Meriç bize evvela neyi gösterdi. Hint Edebiyatı. Niye yazdı Hint Edebiyatı'ını? Kendi ümranını unutan, irfanı
Erkan Çav: Bir diğer sorumuza bunu bağlarsak; sürekli kendini üreten Batı sosyolojisinin dışında durmanın Türk sosyologları bakımından mümkün olduğu söylenebilir mi? Ümit Meriç: Batılı sosyologları bilmek mecburiyetindeyiz, ama inanmak mecburiyetinde değiliz. Sosyoloji bir inanca dönüştü. İlimde teorilerin her biri birbirini kılıçtan
Ümit Meriç: Sosyolojiyle irtibatım da aynen küçüklüğümdeki Batı'yla temasım gibi oldu. Sosyolojide Gurvitch'i, Weber'i okudum. Ama onlar benim zihnimdeki sorulara cevap vermedi. Ben kendi tarihimi, kendi toplumumu anlamak, anlamlandırmak istedim. Onu, önce Gurvitch'te bulacağımı zannediyordum. Çünkü Gurvitch son derecede detaylı toplum sınıflaması
Ümit Meriç:(...) Ben bir Batı kütüphanesinin içinde büyüdüm. Shakespeare'nin Fransızca üç ciltlik tercümesinden gravürlere bakarak hayat penceresini açtım. La Fontaine'nin Fablarını okudum, Michel Zevaco'nun Pardayan'larını, Victor Hugo'nun Sefilleri'ni okudum. Evet, ben İstanbul'dan çok, Şemsettin Sami'nin tercümesinden Paris'in sokaklarında yürüdüm, Batılı bir çocuk gibi, bir Fransız çocuğu gibi büyüdüm. İslâmi bir eğitim verilmeden çocukluk yıllarımı yaşadım. Ama Lavoisier'nin kanunu “Tabiatta hiçbir şey kaybolmaz, hiçbir şey yeniden var olmaz” esasından hareketle ben kabul edilmiş bir dua olduğuma inanıyorum. Belki de, babam tarafından dedem Müftü Hafız İdris Efendi'nin torunları için yaptığı bir dua, bende tecelli etti. İçinde yaşadığım çevre İslâmi bir çevre değildi. Ama gariptir, ortaokul çağlarımda Karacaahmetten geçerken hep üç ihlas ve bir Fatiha okurdum. On-onbir yaşındayım ama bir Müslüman çocuğun reflekslerine sahibım. Eski Üsküdarlıları seviyorum, ölmüşler, ama onları mutlu etmek istiyorum. Ya bir gün uykudan kalkar gibi hepsi topragın altından kalkarsa, o zaman ne kadar kalabalık bir yer olacak burası diye düşünüyorum.
Reklam
Artık şu anda Osmanlı'nın geri kalmadığı müsellem, yani herkes tarafından kabul edilen bir hakikat tüm dünyada. Ama maalesef Türkiye'ye bu henüz gelmedi. Bu gerçek, ders kitaplarımıza, müfredatımıza henüz yansımadı. İnşallah bunu bir şekilde yansıtacağız. Bu çalışmaları Türkiye'ye dağıtacağız ve bunların müfredatımıza yansımasına çalışacağız. Biliyorsunuz, şu anda Avrupa'da, Amerika'da “decolonization of curriculum”, müfredatı de-kolonize etme, yani ders müfredatını kolonizasyonun tesirinden kurtarma çabaları var. Özellikle tarih yeniden yazılıyor. İşte kolonyalistler, sömürgeciler, köle tüccarları kahramanlar gibi gösterilmiyor. Mesela Amerika'da Columbus şehrinde, bu Amerika kıtasını keşfettiği söylenen Christopher Columbus'un (1451-1506) heykeli yıkıldı. Niye? Çünkü bu adam kahraman değil. Bu adam sömürgeci. Amerika'ya gelmiş, bir sürü haksızlık, adaletsizlikler yapmış. Kızılderililere yaptığı muamelenin hiçbir ahlâki ve hukuki tarafı yok. Dolayısıyla “Bu adam heykeli dikilecek bir adam değil” diyerek, halkın da isyanıyla bu heykel yıkıldı, Buna benzer şekilde İngiltere'de de böyle sömürgecilerin heykelleri yıkılıyor. Çünkü bunların yaptıklarının ahlâki ve insani hiçbir tarafının olmadığı ortaya çıkıyor. Bunların birer kahraman değil, birer hırsız, katil, ırkçı, ayrımcı oldukları konusunda bir bilinç ortaya çıkıyor. Ama maalesef bu henüz, bizim müfredatımıza, ders kitaplarımıza yansımadı. Ama eninde sonunda bizim ders kitaplarımıza da inşallah yansıyacaktır. Çünkü bunu yok sayamayız.
“Osmanlı ileri olsaydı, güçlü olsaydı zaten yıkılmazdı” gibi söylemler, iddialar ortaya atılmıştır. Şu anda tüm dünyada İslâm tarihçileri ve Osmanlı tarihçileri bu “Geri Kalmışlık Paradigması”nı reddediyorlar. Ama maalesef henüz bu Türkiye'de pek fazla duyulmadı. Ben inşallah bunu Türkiye'de gündeme getireceğim. Şu anda bu “Geri Kalmışlık Paradigması”nın çöküşü üzerine uluslararası bir sempozyum planlıyorum ve bu konuda bir makale yazdım. “Geri Kalmışlık Paradigmasının Çöküşü: İslâm Tarihinin Yeniden Dönemlere Ayalması” hakkında bir makale inşallah Almanya'da bir kitapta bölüm olarak yayânlanacak. Şu anda tarihçiler, İslâm medeniyetinin ve Osmanlı'nın geri kaldığını reddediyorlar. Çünkü daha önceden, tamamen ideolojik bir yaklaşımla İslâm medeniyetini, Osmanlı medeniyet birikimini yok göstermek, küçük göstermek ve hakir göstermek için yapılan propaganda; yeni çalışmalarla, verilere, arşivlere, kitaplara, birincil kaynaklara dayalı çalışmalar yapıldığında artık çok temelsiz ve boş görünmeye başlandı. Bu terkediliyor. Bu geri kalmışlık paradigmasını ilk eleştiren Marshall Hudgson (1922-1968). Kitabı Türkçeye İslâm'ın Serüveni (Venture of Islam, 1977) diye tercüme edildi. Marshall Hudgson kitabında İslâm medeniyetinin XVI-XVTI. yüzyılda zirvede olduğunu; Hindistan'da bir imparatorluk var, İran'da bir imparatorluk var, Osmanlı'da bir imparatorluk var, sanat var, felsefe var, müzik var, mimari var; bunların zirvede olduğunu söyleyerek, en az XVI.-XVII. yüzyıla kadar İslâm medeniyetinin geri kalmadığını, ilk defa bu "geri kalmiş paradigması" iddiasına karşi bir eleştirel söylem olarak ortaya attı.
Cumhuriyet dönemi Osmanlı'nın devamı değildir. Bir kırılma söz konusudur. Osmanlı'da, Tanzimat'ta, Osmanlı yıkılıncaya kadar sentezleme, yani Batı ve İslâm telifi söz konusudur. Hem İslâmlaşmak hem muasırlaşmak, bunun beraber gitmesi şeklinde bir yaklaşım söz konusudur. Cumhuriyet'te ise tamamen Batılılaşma, İslam medeniyetini toptan terk etme söz konusudur. Mesela Osmanlı'da Ziya Gökalp İslâmlaşmak, Muasırlaşmak, Türkleşmek (Türk Yurdu dergisindeki 1913-1914 yıllarına ait makalelerin üst-başlığı ve sonra kitabının ismi) diyor, onun önerdiği çözüm bu. En Batıcımız böyle. Ama Cumhuriyet dönemine geçtiğimizde Türkculüğün Esaslarını (1923) yazıyor. Orada İslâm vs. tamamen devre dışı kalıyor. Tabi Cumhuriyet döneminde yapılan bütün işlere bir tarih üretilmek isteniyor, bir tarih inşa edilmesi ihtiyacı var. Onun için bunu Tanzimat'a kadar götürmeye çalışıyorlar. Halbüki ne Tanzimat'ın ne Meşrutiyet'in Cumhuriyet döneminde yapılanlarla bir alakası yoktur. Orada bir kırılma söz konusudur. Tanzimat, Meşrutiyet, Batı ve İslâm sentezi üzerine inşa edilmiş politikalardır. Cumhuriyet dönemi ise tamamen Batılılaşma ve İslâmi olan, hatta Türk olan şeyleri devre dışı bırakma, terk etme yaklaşımı üzerine kurulmuştur. Böyle bir şey, bir tarihi derinlik üretilmeye çalışılıyor; “Tanzimat'tan başlamıştır”, “Fatih Sultan Mehmet'ten başlamıştır”, “Kanuni'den başlamıştır” gibi, ya da “Örfi hukuk vardı, örfi hukuk da laikti” falan gibi temelsiz bir takım iddialar ortaya atılıyor. Benim kanaatim Cumhuriyet dönemi bir kırılmadır, bir süreklilik değildir.
Ben İslâm Dünyasında Modernleşme ve Toplumbilim (1996) isimli kitabımda fikıh ve sosyal bilimler mukayesesini ele aldım. Bu iki disiplin insan davranışını nasıl inceliyorlar, aralarındaki benzerlikler ve farklılıklar nelerdir, bu konuyu mukayeseli bir şekilde tartıştım. Orada ortaya çıkan şey, fıkıh ile Batı sosyal bilimlerinin işlevsel olarak birbirine tekabül ettiğidir: Nedir o işlev? İnsan davranışının açıklanması ve düzenlenmesi. Dolayısıyla hem fıkıh hem de sosyal bilimler insan davranışını açıklamaya, düzenlemeye çalışıyor. Dolayısıyla işlevsel olarak aralarında bir benzerlik var. Ancak bunların varlık anlayışları, bilgi anlayışları ve kullandıkları metodlar, bir de değer anlayışları farklı. Fıkhın varlık anlayışı, çok katmanlı varlık anlayışına dayalıdır. Allah'ı kabul eder, gayb âlemini kabul eder, bir de gözlemlenebilen fizik dünyayı kabul eder. İnsan davranışının bir zahiri bir batını olduğunu kabul eder. Dolayısıyla bu önemli bir ontolojik farklılıktır. Bir taraftan fıkıh, hem gözlemi hem deneyi hem rasyonel düşünceyi hem de vahyi bilgi kaynağı olarak kabul eder. Ancak sosyal bilimlere baktığımızda; idealist olanlar rasyonel bir yaklaşımla yorumsamayı, pozitivist olanlar gözlemi bilimin kaynağı olarak kabul ederler. Birisi “pozitivist epistemoloji”, diğeri “idealist epistemoloji” üzerine kuruludur. Bu, metodlara da yansır.
Reklam
Recep Şentürk: Öncelikle, ben sosyolojinin 100 yıl önce kurumsal anlamda başladığını kabul etmiyorum. Yüz yıl önce Batı sosyolojisi Türkiye'ye gelmiştir. Dolayısıyla, bunu bu şekilde tashih etmek gerekir. Şu anda Batı sosyolojisinin Türkiye'ye gelişinin yüzüncü yılıdır diyebilirsiniz, ama sosyolojinin 100. yılıdır demek; 15 asırlık İslâm kültürüne, 2-3 bin yıllık Türk tarihi ve kültürüne sahibiz; bu kültür ve medeniyet mirasımızı yok saymak anlamına gelir. Bu açıdan baktığımızda bizler, hem Türkler hem Müslümanlar olarak 15 asrı aşan bir sosyoloji geleneğine sahibiz. Bizim bu 1000 yıldan fazladır var olan sosyoloji geleneğimizi yok sayıp sadece Batı sosyolojisinin, Durkheim (1857-1917) sosyolojisinin Türkiye'ye girişini, sanki Türkiye'de ilk defa sosyal düşünmenin, sosyolojinin başlangıcıymış gibi saymamız büyük bir hata olur. Bizim tarihimizde toplumla ilgili konuları ele alan çok büyük âlimlerimiz var. Mesela İbn Haldun en önemlilerinden bir tanesidir ki bugün Batı dünyasında da, Doğu dünyasında da sosyolojinin, sosyal bilimlerin kurucusu kabul edilmektedir. Osmanlılar, İbn Haldun'u zaten biliyorlardı. Osmanlı tarihçileri, devlet adamları İbn Haldun'u hem tarih yazımında, hem sıyasi analizlerinde, hem de devlete politika oluşturmada kullanmışlardır. Nitekim “Osmanlı İbn Haldunculuğu” vardır, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu'nun da bir makalesinde belirttiği gibi. Bizim tarihimizde insanın, toplumun, insan davranışının, sosyal kurumların incelenmesi birçok gelenek tarafından, birçok akademik ve entelektüel gelenek tarafından yürütülmüştür. Bunların en başında “Fıkıh Geleneği” gelmektedir.
Sosyolojimizin müstakil olarak, yerli, otantik ya da yerel olanla bağını kurmak suretiyle, bakış ve yaklaşımlarımızda ayakları yere basan, oturaklı, gerçekçi yorumbilgi üretme imkânı yakalamış olacağız, Batı toplumsal yaşamında anlamlı olan bir unsuru, kendi toplumumuz için de doğru ve önemli addederek başlangıçta yanlış bir varsayım üzerinden
Omer AytaçKitabı okudu
Gerçekte, Türk Sosyolojisinde yerli bir damarın var olup olmadığı hususu önemlidir. Bu topraklara özgü sosyoloji yapma pratiğinin nesnelliği ve olabilirliği mümkün müdür? Yerli bir sosyoloji ne ölçüde yerli olacaktır, bunun ölçüsü nedir? vb. sorulara farklı yanıtlar vermek mümkün. Yerlilik derken de tümüyle Batı etkisinden uzaklık kastedilmemektedir. Bu zaten mümkün de değildir. Buradan şunu anlamak gerekir: Sosyolojimiz, bu ülkenin gerçekliğini okurken ya da açıklarken, içeriye özgü aidiyetler üzerinden okumalar yapabilmesi ve gerçekliğin içine doğduğu habitusla olan bağını gözardı etmeksizin genel, kuşatıcı, analitik açıklama çerçeveleri oluşturabilmesi anlaşılmalıdır. Bunun için de, öncelikli olarak içinde yaşanılan toplum, tarih ve kültürün verilerini esas alıp, onun özellikleri üzerinden yeni bakma, anlamlandırma ve yorumlama üslubu geliştirmek gerekir. Tarihsel olanla bağımızı tazelemek, geçmiş kaynaklarla birincil temas, kültür ve medeniyetin kodları ile bugünkü toplum ve yaşam kültürünün bağını, rabıtasını kurmak, bugünün sorunlarıyla geçmişin zihniyet dünyası arasında kurulacak sağlıklı bağlantılarla, yaşadığımız dünyaya ilişkin verileri temellendirmede göstereceğimiz performans, sosyoloji yapma pratiklerimizi daha anlamlı ve işlevsel kılacaktır.
Sayfa 356Kitabı okudu
Türkiye'de sosyolojinin gelişimi ile ilgili bir çalışmasında Yücel Bulut, 1980 sonrasında yerlilik mevzuunda daha fazla ilgilendiğini ifade etmektedir. Ona göre, “Her ne kadar yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti bağlamında Gökalp sosyolojisi ele alınsa ve milliyetçilikle özdeşleştirilse de, özellikle 1945 sonrasında Türk sosyolojisinin en önemli özelliği dışa dönüklüğü olmuştur. Bu dönem için Batı —-birçok akademisyenimizin ifadesiyle “merkez — ülkelerinde üretilen teori ve yöntemlerin etkisinde şekillenip gelişen bir Türk sosyolojisinden bahsetmek daha doğru gözüküyor. İlişki kurulan sosyoloji geleneklerinin sığlığı ya da tek yönlülüğü, sosyolojimizin yüzünün Batı'ya dönük olmasına engel değildir. Son dönemlerde ise artan bir biçimde Türk toplumunun kendine özgü dinamiklerinin araştırılması bağlamında yerliliğe vurgu yapıldığı gözlenmektedir. Bu söylemi dile getiren yayınların sayısındaki artış ve sosyoloji bölümlerinin müfredatlarında Türk sosyolojisi geleneğini anlamaya ve tarihine yönelik dersler konulması da, bu değişimi yansıtır niteliktedir. Fakat yerlileşme ve uluslararasılaşma denkleminde hâlâ halledilmesi gereken bir denge probleminin olduğu da açıktır” (Bulut, 2014: 13).
Sayfa 355Kitabı okudu
Batılı kuramlar dışında yeni yaklaşımlar geliştirmek, çoğu zaman, yerel, ulusal, bölgesel ya da milliyetçilik, sübjektiflik, bilimdışılık, bağnazlık vs. gibi küçümseyici sıfatlarla anılmaktadır. Batılı kuramlara sinmiş olan etnosentrizm, Avrupamerkezcilik, oryantalizm vs. görülmediğinden onlara bir nevi “kutsallık” atfedilmekte, onun üzerinden her türden sorunlarımızı anlama, açıklama sevdasına kapılmaktayız. Bu kuramlara atfettiğimiz kutsallık, o denli kuvvetlidir ki, Türkiye toplumunda bir karşılıkları olup olmadığı hususu çoğu zaman gözden uzak tutulmaktadır. Batıda üretilen kuramlara aşırı bağlılık, incelenen olay ya da olguları anlama ve izahta kimi sınırlılıklar içerdiğinden, sahadan elde edilen verilerin çözümlenmesi ya da değerlendirilmesinde kimi zorlama izahatlar ve yorumlara başvurulmaktadır. Batı kavramları/ kuramsal modelleri bu toplumların gerçekliklerini okurken ister istemez yargılayıcı, dışlayıcı, üst perdeden bakan bir tavra temel teşkil etmekte, Bize ait doğrular/realiteler, böylelikle, meşruiyetlerini, makuliyetlerini, gerekliliklerini, toplum içinde kök salmış tabiiliklerini bir çırpıda kaybetmektedirler.
Bilindiği üzere, Türkiye, XIX. yüzyıldan itibaren dışa bağımlı hale gelmiş, cumhuriyetle birlikte bu neredeyse bütün kurum, yapı, sistem hatta kültürel kalıpların da değiştirilmeye çalışıldığı radikal bir dışa bağımlılık süreci yaşamaya başlamıştır. Tüm kurumlarımızdaki işleyiş mekanizmaları nasıl ki Batılı kalıplar esas alınarak değiştirilmişse, bilim, kültür ve zihniyet kalıpları da Batı ölçü alınarak yeniden inşa sürecine girmiştir. Yani bir yandan yıkılmakta olan ülkeyi kurtarma adına Batılı kurumlar ve yenilikçi programlara açıklık gösteriliyor, öte yandan bu süreçte ortaya çıkabilecek buhranları, bunalımları, kaotik durumları anlama ve çözüm yolları bulma adına Batılı sosyal bilimlerle kontaktlar kurmaya başlıyoruz. Sosyoloji, kendi toplumumuzda ortaya çıkabilecek sorunları, değişimleri, çalkantıları anlamak, çareler aramanın yolu olarak aydınlar, siyasetçiler tarafından işlevsel bir bilim, uğraşı alanı olarak öne çıkmıştır.
Reklam
Sosyolojinin Osmanlıdaki ilk yılları, sosyologların toplumsal dünyayla ilişkileri, teorik ve ampirik ilgileri, büyük ve köklü reformlar yapmaya odaklanmıştı. Devletin kurtuluşu için üretilen reçeteler bağlamında, toplumun da dönüştürülmesi hedefleniyordu. Bu yüzden toplumsal mühendislik ve içtimâi tabiplik anlayışları kurumsallaştırılarak
Ömer AytaçKitabı okudu
Küreselleşme sürecinin getirdiği zaman mekân yoğunlaşması sonucu yaşanan hızlı toplumsal değişim, kuşaklararasındaki fay hatlarını derinleştirmektedir. Buna bağlı olarak gençlik meselesi, önemli bir başlık olarak Türk sosyologlarının ilgisini çekecektir. Bunun işaretlerini şimdiden görmek mümkündür. Nüfus ölçümlerinde ortaya çıkan sonuçlar,
128 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.