Şimdi, imparatorluk dağılıp yıkılınca, ortada sadece Türk kalmıştı. Anadolu Türkü. O koca imparatorluğu kuran, sonra da dağılıp yok olmaması için savaşmış olan hep o; ama onun türlü halkları arasında en unutulup hor görülmüş olanı da gene o idi. Sadece kabalık simgesi olarak anılan Türkün, adını bile unutturmuştu Osmanlı tarihi ve yazarları. Ancak, imparatorluğun son kalıntısı da büyük çatırtılarla yıkılıp batarken, hatırlandı Türklüğümüz. Ama onu Anadolu'da değil, bir hayal ülkesi olan Turan'da arayarak.
Doğu uygarlığı hayatın her alanına, üste baaş giyilenlerden okullara ve devlet rejimine kadar, her şeyin din geleneğinden gelen kurallara bulayan bir sistemdir.
''Doğu uygarlıklarının hepsi halka dayanarak doğmuş ve hepsi halktan koparak batmışlardır. Osmanlının halka dayanarak kurduğu yaman devlet, Bizans'ı halktan koptuğu için bir vuruşta yıkmış, o da halktan koptukça kısırlaşıp batmıştır.
Hep Arapça öğrenim yapan ilmiye sınıfı, peygamberimizin Arap olması yüzünden, adeta Araplığa tapma duygusuyla şartlanmıştı.
Medrese Türkü alır, Türkten başka bir şey yapar; Kapıkullarını yetiştiren Enderun ise, Türkten başkalarını alıp Türk yapardı.
Platon, daha o zaman, bedenimizin çirkin ve değersiz bir kalıp, asıl ruhun değerli ve ebedi olduğunu, bir başka dünyada mutluluğa erişeceğimizi söylüyordu. Hem de kitap sahibi peygamberlerden önce. Atina'daki 400.000 nüfusun 250.000 kişisi köle idi. Bütün ağır işlerle hizmetleri, boğaz tokluğuna, hep onlar görürdü. Platon Efendi, kurnazca buluşuyla, o kölelere, '' Bu dünyaya kulak asmayın, iş öteki dünyada; siz asıl orada rahat edeceksiniz!..'' demek istiyordu. Şimdiki papazlarla din adamları da böyle demiyor mu?
Binlerce yıl önce unutulan bir dil ile yazıyı çözüp okumak, o dili yeniden bulurcasına öğrenmek, bir ölüyü diriltmekten farksızdır; gerçekten şaşılacak bir şey.
“Türk tarihi bir kültür tarihi değil, bir medeniyet tarihidir. Türkler, ırk ve kan üzerinde kurulu toplum olmadıkları gibi, din üzerine kurulu toplumda olmamışlardır.”