Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Josaphat Barbaro

Josaphat BarbaroAnadolu'ya ve İran'a Seyahat yazarı
Yazar
7.8/10
9 Kişi
37
Okunma
0
Beğeni
1.320
Görüntülenme

En Eski Josaphat Barbaro Gönderileri

En Eski Josaphat Barbaro kitaplarını, en eski Josaphat Barbaro sözleri ve alıntılarını, en eski Josaphat Barbaro yazarlarını, en eski Josaphat Barbaro yorumları ve incelemelerini 1000Kitap'ta bulabilirsiniz.
136 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
Josaphat Barbaro'nun kendi dilinde yazdığı bu eser, Tufan Gündüz Hocamız tarafından Farsça'dan dilimize kazandırılmış bir eser. Bu kitap, XVI. yüzyılda Osmanlı'nın batılılarca nasıl "görüldüğü" noktasının aydınlatılmasında yardımcı oluyor.
Anadolu'ya ve İran'a Seyahat
Anadolu'ya ve İran'a SeyahatJosaphat Barbaro · Yeditepe Yayınevi · 201637 okunma
136 syf.
6/10 puan verdi
·
Beğendi
Josaphat Barbaro önce Kırım Hanı'na daha sonra Iran'a gitmiş bir elçi ve gezgindir. Bu suretle yolculuğu iki aşamalıdır. Ayrıca Akkoyunlu Uzun Hasan ile birlikte bulunmuş ve onun sarayında istirhat etmiştir. Fatih Sultan Mehmet Han'a karşı bir müttefik elde etmek istemektedir. Bu da Akkoyunlu Uzun Hasan'dır. Uzun Hasan Karadeniz bölgesinde bulunan Bizans bakiyesi Komnenoslar'dan kız alarak akrabalık bağlari dahi kurmayı başarmıştır. Uzun Hasan elçiyi kabul ettiği andan itibaren sürekli bir gösteriş içerisindedir ve bunu görmek keyiflidir de iyi okumalar.
Anadolu'ya ve İran'a Seyahat
Anadolu'ya ve İran'a SeyahatJosaphat Barbaro · Yeditepe Yayınevi · 201637 okunma
Reklam
Bazı insanlar bir diğerinden ayrılınca, bir daha asla onlarla karsilasmayacagini düşünürler ve dostluk sözünü kolayca unuturlar. Dostluk için gerekli olan adetleri ve gelenekleri yerine getirmezler. Bu tasavvurun hatalı olduğu tecrübe edilmiştir. Çünkü dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur.
İşittiğime göre, Erran hükümdarı İndiabu, Tatar imparatorunun kendisine karşı savaşa geldiğini işitince, hazinesini gizlemek istemiş. Öyle görünüyor ki -İranlıların geleneğine göre- kendisi için bir mezar yaptırmış ve değerli eşyalarını gizlice getirip mezara koymuş; üzerine de bu küçük tepeyi yığmış.
Yılın bir zamanı, bir atı düzlüğün bir köşesine bırakıyorlar. Atın ayaklarını bağlıyorlar; bir kişi ok ve yay ile belli bir mesafeden onu hedef yapıyor, at cansız kalıncaya kadar ok atıyor. At ölünce derisini yüzüyorlar ve etini merasimle yiyorlar. Derisine saman doldurup düzgün durması için bacaklarına da ağaç yerleştiriyorlar. Öyle ki at canlı gibi görünüyor. Sonunda büyük bir ağacın altına gidiyorlar, göze hoş görünen bir yaydan götürüyorlar ve hayvanı ağacın üstüne koyup buna tapınıyorlar. Tıpkı bizim kilise-lere mum dikmemiz gibi bu ağacın üstüne de kakım, sincap ve tilki kürklerini asıyorlar. Böylece ağacın her tarafı pahalı kürklerle örtünmüş oluyor. Bu halkın en çok yediği şey av eti ve balıktır. Şu an Moxii’den söz ettim. Tatarlar hakkında, mağaralarında tapındıkları putları olduğundan başka, söyleyeceğim bir şey yok. Onlardan bazıları her sabah dışarı çıktıklarında karşılaştıkları ilk hayvana tapınıp ona secde ediyorlar.
Gürcistan toprakları hakkında çok az söz kaldı: Mengli Giray’ın komşusu olduğundan daha önce bahsettim. Bu ülkenin kralına Pancratio deniliyor. O güzel bir ülkeye, bol miktarda ete, ekmeğe, şaraba, zahireye ve bolca meyveye sahip. Orada üzüm tıpkı Trabzon’da olduğu gibi daha çok ağaçta yetişiyor. Oranın halkı güzel ve iricedir. Ama görünüşleri pis ve kirli elbiselere sahipler. Başlarını traş edip bizim keşişlerimizin yaptığı gibi çok az saç bırakıyorlar. Bıyıklarını sakallarından da uzun olacak şekilde bırakıyorlar. Bundan bıyık vergisi topluyorlar. Başlarının üzerine çeşit çeşit renklerde, tepesinde püskül olan küçük bir şapka koyuyorlar. Ata binebilmek için arkası kısa olan uzun bir palto giyiyorlar. Ben onları bundan dolayı kınamıyorum, çünkü Fransızlar da böyle yaparlar. Giydikleri ayakkabının tabanı, ayağın tabanını ve topuğu yukarıda tutar; yani yüksektir. Neticede iki yüksek topuklu ayakkabının üstündeki ayak epey yukarıda olup altındaki boşluktan bir yumruk kolayca geçer ve zorlukla yürünür. Bu konuda onları kınamıyorum, çünkü İranlılar da bu tür yüksek ayakkabılar giyerler.
Reklam
Oradan bir günlük yol mesafesinde, yanından koca bir ırmak akan oldukça büyük bir şehir olan Adana yer almakta. Burada taştan yapılmış, uzunluğu kırk adım olan bir köprü var. Ziyaretçi diye isimlendirebileceğimiz bir kaç sufî ile beraberdik ve onlar gibi giyinmiştik. Köprüye varınca bu sufîler vecd hâlinde dans etmeye başladılar. Onlardan biri Muhammed sevgisinden bahseden bir ilâhi söylüyordu. Dans etmeye yavaşça başladılar ve sonra ilahinin ritmine uygun olarak adımlarını gittikçe hızlandırdılar. Dans edenler okudukları şarkının ritm ve ahengine uygun olarak ayak vuruyorlar, hoplayıp zıplıyorlardı. Öyle bir noktaya geldiler ki bir kaçı yere düştü. Cezbe ve coşkudan yere düştüklerini söylediler. Bu durum halktan pek çok kişinin etrafa toplanmasına sebep oldu. Ahali bunları, yere düşenlerin dostlarından birkaç kişi gelip onları kendi evlerine götürünceye kadar, şaşkınlıkla seyretti. Sufiler ulaştıkları her menzilde böyle yapıyorlar, yolculuk esnasında da defalarca bu işle meşgul oluyorlardı. Sanırsınız ki bu da defalarca bu işle meşgul oluyorlardı. Sanırsınız ki bu işten bir kaçış yok.
Türkler ve Mağrip Arapları derler ki: “Bu şehir (Mardin) o kadar yüksektir ki halkı şehrin üzerinden uçan kuşları asla göremezler”
Şimdi, Trabzon bölgesinden Karadeniz’e kadar ve Doğu bölgesinde, Güneydoğu’ya, Fars Körfezi’ne kadar uzanan Toros dağlarına giriyoruz[99]. Bu dağın girişinde oldukça yüksek ve dik yamaçlı bir tepe var. Orada Kürtler denilen insanlar yaşıyor. Onların dilleri komşularının dillerinden tamamen farklıdır. Merhametsiz insanlardır; fakat tanıdıklarına yağmacılık yapacak kadar hırsız değiller. Kürtlerin -bütün geçitleri kontrol edebilmek ve oradan geçen kişileri soymak için- ırmak kenarlarına ve yüksek yerlere kurulmuş çok sayıda şehirleri var. Bu yüzden bu şehirlerden pek çoğunu, memleketin emirleri ve hâkimleri harap etmişlerdir. Zira Kürtler oradan geçen kervanlara büyük zararlar veriyorlar. Bana gelince, ben onların hâl ve hareketlerine dair tecrübelere sahibim.
Dünyadaki bütün ahali üç göze sahiptir, Çinliler iki göze, Frenkler ise bir.
Reklam
Yarım pantolonlarıyla ve ayak bileklerine kadar ulaşan deri çoraplarıyla iki çıplak adam şahın karşısında yer alıp güreş tutmaya başladılar. Birbirlerinin belini tutmayıp biri diğerinin boynunu tutmaya çabalıyor, kendilerini sıkıca savunuyorlardı. Güreşçilerden biri diğerinin boynunu tutunca, diğerinin mümkün olduğu kadar eğilip öbürünün sırtını tututarak yerden kaldırmasından, bu suretle kurtulmasından ve onu kaldırıp yere atmasından ve sırtını yere getirmesinden başka çaresi yoktu. Değilse, sadece yere düşmek güreş açısından “yenilgi” sayılmıyordu. Her ne kadar bazen onlardan biri yenilme merhalesine kadar geliyorsa da kurtuluyordu. Bu noktaya gelindiğinde diğeri yenilmeye mecbur bırakıyor ve güreşi kazanıyordu. Nihayet bu çıplak güreşçilerden biri şahın önüne geldi. Dev gibi görünen iri cüsseli bir adamdı. Genç ve uzun boyluydu. Aşağı yukarı otuz yaşlarındaydı. Şah “güreş tutması ve kendisi için bir rakip seçmesini” emretti. Fakat pehlivan diz vurup bir şeyler söyledi. Ben ne söylenildiğini öğrenmek istiyordum: “Geçen defa güreş sırasında rakiplerinden çoğunu ezdiği, yaraladığı ve ölümlerine sebep olduğundan, güreşten muaf tutulmak için Şah’tan ricada bulunduğunu” söylediler. Bu yüzden Şah, onu güreş tutmaktan muaf eyledi. Bu güreşçiye bahşiş olarak atlar verdiler. Bu oyun benim ayrılmamdan sonra gece yarısını iki saat geçene kadar devam etmiş ve başka pek çok hediye vermişlerdi.
Süvari atlarından iki bin tane vardı; demirden veya altın ve gümüşten yapılıp zincirlerle birbirlerine bağlanmış küçük dört köşeli zırhlarla örtülmüşlerdi. Demir zırhların eteği yere kadar uzanıyordu; dipleri ve püskülleri altın idi. Geriye kalan atların bazıları, tıpkı bizim atlarımız gibi deri ile bazıları ipekle bazıları ise ok geçemeyecek kadar kalın kaba ipekle örtülmüşlerdi. Süvariler de daha önce bahsettiğim türdendiler. Daha önce bahsettiğim bu demir zırhları Beşköy’de -yani bizim dilimizde “Beş şehir”- imal ediyorlar. Burasının etrafı iki mil olup bir tepenin üzerinde yer alır. Burada bu işleri yapan zanaatkârlardan başka hiç kimse oturmamaktadır. Eğer yabancı biri bu işi öğrenmek isterse, mesleği öğrendikten sonra oradan başka yere gitmeyeceğine, köyün diğer ahalisiyle birlikte yaşayacağına ve bu mesleği icra etmeye başlayacağına dair taahhüt alındıktan sonra onu kabul ediyorlar. Doğrusu, başka yerlerde de bu tür sanatlar yaygın, ama hiçbir yerde bu kadar güzel zırh ve göğüslük yapılmıyor.
Askerin ardında görülen ve mal satan esnafın izahı ise şu şekildedir: Öncelikle, ordunun ihtiyaç duyduğu şeyleri taşıyan sayısız miktarda terziler, ayakkabıcılar, demirciler, eğerciler ve ok imalatçıları. Daha sonra, ekmek, et, meyve, şarap ve diğer şeyleri satan esnafı anmam gerekiyor. Her yerde uyulan büyük bir düzen ve tertiple hareket ediyorlar. Baharat satan attarları da ordu içinde bulmak imkân dâhilinde. İran’da ekmeğin fiyatı Venedik’teki fiyatlardan daha ucuzdur. Bir küp şarap ise dört duka’dır. Bu durum, şarabın bu ülkede sadece az bulunmasından değil aynı zamanda halkın da az içmesinden kaynaklanmaktadır.
Orada İsfahan halkının oldukça kalabalık olduğuna vakıf oldum. Bunların arasında iyi huylu ve zengin de sayılabilecek pek çok erkek var. Bazen padişahlarına boyun eğmiyorlar. Bundan yirmi yıl önce İran padişahı olan Cihan Şah bu şehre gelmiş halkını itaat etmeye mecbur bırakmış. Onları tâbi kıldıktan sonra buradan ayrılmış, ama kısa zaman sonra halk tekrar ayaklanmış. O da İsfahan’a ordu gönderip şehri yağmalamalarını, yakmalarını ve geri dönen her askerin kestiği başı yanında getirmelerini emretmiş. Askerler bu emri özenle yerine getirmişler. Öyle ki, bu sefere katılan kişilerden işittiğime göre, askerlerin kestikleri başları yanlarında götürmeye güçleri yetmemiş, sultanın emrini yerine getirebilmek için başlarını kestikleri kadınların saçlarını tıraş etmişler ve onları götürmüşlerdi
Şuşter, yolunuza devam edince üç gün sonra Teft adlı şehirlere varırsınız. Buraya bir günlük mesafede Yezd şehri bulunmaktadır ki daha önce ondan söz ettim. Oradan küçük bir şehir olan Merut’a varırsınız. Bu bölgeden iki günlük yolculuktan sonra Gürd adlı bir şehre inersiniz. Burada İbrahimî adlı bir halk oturmaktadır. Bütün erkekleri uzun sakallı olan bu yerin ahalisi, tahminime göre, ya İbrahim’in neslindendirler ya da İbrahim’in dininden.
56 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.