Felsefe Tanrı'nın yerine aklı geçirerek ahlâkı, iktidarı, yasaları ve devletler hukukunu yıkmaktadır: "Toplumu bir başına akılla kurarak, Tann'nın müdehalesine meydan vermeyerek, özgül çıkarlar ya da tutkular tarafından yönetilen güçten başka otorite, hukuk ve yasa tanımamaya vardılar ve görenekleri, Tanrı'nın müdehalesıne başvurmaksızın bir başına akılla oluşturmaya kalkıştıklarında yıne aynı şekilde, özgül çıkarların ve iştahların yönettiği guçten başka yasa ve hukuk tanımaz oldular. Yani her iki durumda da ınsana kendi üzerindeki mutlak egemenliği verdiler."28 Böylece, Lamennaıs şu sonuca varabiliyor: "Tanrısallık milletlerin birinci ihtıyacıdır; varoluşlarının nedenidir.Tüm dindışı felsefe toplumsal düzeni, halkların mutluluğunu ve bizzat halkları tahirp etmeye eğilimlidir."
Gerçekte, tüm toplumların kendisinden ortak ödevlerin türediği ortak inançlara ihtiyacı vardır. İşte din ruhları/Zihinleri yöneterek ve biraraya toplayarak toplumsal birliği sağlar. Halklar dinde "tüm toplumun asli koşulunu, ilk temelini" görmüşlerdir.29 Eğer din toplumun zorunlu temeli ise buradan iki temel sonuç çıkar: Birincisi, dinsiz toplum yoktur ve tanrıtanımazlık toplumun yıkımına yol açar. İkincisi, din siyasete tâbi kılınamaz ve iktidarın basit bir aygıtına indirgenemez.
Gerçekte, İslâm konusunda Montesguieu, onu barbarlık ve despotizmle özdeşleştiren zamanının önyargılarını yansıtmaktan başka bir şey yapmamıştır. İslâm'ın karakterine dair sonuçları incelerken *varsa yoksa kılıçtan sözeden İslâmiyetin, kurulmasını sağlayan aynı yıkıcı zihniyetle insanları etkilediği"ni belirtir.28 Bu noktada İslâm'la hükümdarları daha az sıkılgan "ve sonuç itibariyle de daha az zalim"29 hâle getiren Hristiyanlığı karşı karşıya getirir. Her hâlükarda, "Hristiyanlığın saf haliyle despotizm
den uzak olduğu" kanaatindedir.